19.12.10

Last Thirtyseven

Yatağın metal başlığı üzerinde bekleyen telefona gelen mesajın rahatsız edici titreşim sesiyle uyandım. O an, keşke benimde telefonun böyle tutkulu çalsa dedim, dakikalardır çalan telefonu düşününce.

Gece onbirde biten gece hayatına sahip, deneme sürümü çılgınlardık hepimiz ve ben, benim sürümümün sonunda yatağımda elimde diş fırçası uyuyakalmıştım. Uyku, zayıf noktamdı. Bölündüğünde, zarar gördüğünde, mahvoluyordum. Tabi bunu hala ranzanın metal başlığıyla ilişkisine devam eden tutkulu telefona anlatmak imkansızdan da öteydi. Bileğimden vurulmuştum ve savaşa mavaşa çağırmasınlardı beni artık.

Telefonun genel olarak tutkulu, ihtiraslı bir nesne olduğunu düşünmeye başlamıştım. Sekiz haneli saçma kombinasyonlar üzerinden çıkan tartışmalara araç olabiliyordu. Birinci derece aşıkların, içinden seçip, o kıskançlık muskası genlerini mutasyona uğratabiliyordu. Oyuncuydu, sahne adamıydı telefon. İlişkileri kuruyor, ilişkileri bozuyordu. Bizimle oynuyordu. Herkesle.

Ölümcül kavga günleri, şükredebilmek için, daha kötü ilişkiler arıyordum çevremde. Göreceli bir şanslılıkla bulmuştum neyse ki. Entrikacı telefon, gözümün önünde bir ilişkiyi lazımlık olarak kullanırken, benim ilişkime sevgi sözcükleri serpiştiriyordu. Buruk bir mutluluktu ve kısa dönemde tahsile geleceklerini biliyordum ama mutluluktu işte lanet olsun, buna muhtaçtım.

Ve içimdeki o ılık his, alkole olan bağışıklığımın kırılmasından değildi. Ne ilk, ne de son hissettiğim bir şeydi.

Peki ya o otuzyedi gün?! Korkuyordum.

16.12.10

Madame Density's Algorithms

Karakter tahlili yapmak için çürümüş kız dergilerinden fazlasına ihtiyacım vardı bu sefer. Arkası silgili bir kaleme. Bağlarımı paramparça edecek bir bahçe makasına.

Suratındaki yapışkan aşk izlerinden tiksiniyordum. Ama dokunmak ta öğrenilmiş bir refleksti, durduramıyordum. İğrene iğrene kuru tutkal kalıntılarının üzerine sim dökmeye çalışıyordum. Sevimli görünmesi için, kabul edilebilir olması için, havada kalan jengamın bir boka benzemesi için.

Arkamı yaslayabileceğim, kusursuz bir algoritmam olsun diye iç içe sonsuz döngüler yazdım. Bitirmeden bir yenisini, kapatmadan bir yenisini, düzeltme amaçlı yine bir yenisini. Çıktılarımın ağzına sıçtım.

Makyajları silmek aylar sürebilir bazen. Ve lütfen bir kere sus artık!

10.12.10

Madame Density's Clichés

Aklımda tezimsel klişe cümle kalıpları, karşımda artık kalem kullanamamama neden olan paket program varken yazmaya çalışmak başlı başına bir intihar sebebi olabilirdi. Çünkü bunun dışında her şeyim her gece yerli halkıma kutlamalar yaptıracak kadar mükemmeldi. Çünkü hiç bir şeyim ters gitmiyordu. Çünkü yaptığım her işe aşık oluyordum. Bağırsaklarımdan artık tek farkı daha ince kıvrımlardan oluşması olan beynimden sıçtığım her bir mükemmel döl, hayatımı yoluna sokuyordu çünkü. Hiç bir şeyden pişmanlık duymuyordum.

Temiz, mutlu, sıcak, egzotik bitkisel çay kıvamındaydım. Sadece arada, o da aşık olduğum işlerime daha iyi yoğunlaşayım diye kafamı duvara vuruyordum. Duvarın bana özellikle çarptığı veya çarptırıldığı falan yoktu, öyle bir ihtimal yoktu bir kere! Kalp çarpıntım serotonindendi, önümdeki on yılı çarpıttığım için değil.

Mükemmel hayatımı, az düşünülmüş sorularla meşgul etmemeniz gerekiyordu. Bana nasılsın dememeniz. Açık değil mi?

1.12.10

Mandallı İdealist.. aylarsonra

Ogünlerde moda, çalıntı ideallerin yaşanmasıydı. Mandallama derdi falan da yoktu. İdealler yeni ve eşyalıydı zira.

Planlarını herkese anlatma, sonra olmaz diye belki milyonlarca uyarı almıştı ama spam gibi davranmıştı onlara. Klişe dediği lafın kökeni buydu. İdeallerini anlattığı o ‘herkesten’ biri, onlarla gereğinden fazla ilgilenebilirdi. Düşüncesi bile onu korkutuyordu. Sanki gelen geçen “Hayallerini alır, senin yerine yaşarım, işkencenin biyolojik babasını görürsün!” diyordu. Kimse artık ‘çıkışta görüşmüyor’, kavgalar karşılıklı kozlarla oluyordu. “S.kerim hayalini de idealini de” diyip gitmek istiyordu ama genelde tersi oluyordu tabi..

“İstedikleriniz idealimle örtüşmüyor” diyip gitmeye yeltendiğinde o hayali de ideali de kötü muamele görebiliyordu.

“Sanki nolacaktı..” dedi anahtarı yatağa atıp bitkin halde oturarak. Her gün aynı yerlerde biten döngülerden sıkılmıştı. Her gün aynı yatakta, aynı kabusun ya da meğerse kabus olmayan şeyin sonunda uyanmaktan. Sanki başka nolacaksa, olmayanlara ağlamaktan..

Madamını hatırladı. Oturup yeni bir..

“Adet dönemi yazılarına döndüyse hayatınız, ilkokul zaferlerinizle mastürbasyon yapmayı kesin. Bağlantınızı kesin. Ben? Ben yapamam. Bana ‘sen kapa, hayır sen’ muhabbeti yaptırmayın. Kesemem. İmkanınız, yeterli ölçülerde harici organınız varsa öneririm. Ben? Bilmem. Bana ‘sen bilirsin, sen daha iyi bilirsin, yüzümüzü kara çıkarmazsın’ demeyin. Çıkarırım!”

10.8.10

Birşey Derdim ama...

Kirlilikle boğuşurken kapasitelerini aşan filtrelerimle terk ediyorum dünyayı. Ve siz pislikler, bundan pek memnun kalmayacaksınız. Sosyal sorumluluk zırvalarınızın altında ezilirken, bir iki parlak plaket için hazırladığınız kitaplarınızın sayıkladığı yalanlar dökülecek dudaklarınızdan dua niyetine. Ve siz eskilerine kirli etiketini takıp Nuh’un hayvansız teknesine çöplükten rota hazırlayanlar… Sizi memnun edecek ‘bir şeyler’ bulunur elbet.

Pop kültürünün ortasına porno yıldızı gibi düşen, düşerken nesli tükenen, tüketimin dibinde bir yudum serinlik gibi içilen her şeyimi de bırakıyorum. Siz düşünün artık moda çekimlerinizde hangi gövdeyle çiftleşeceğinizi. Gövdeleri de size bıraktım. İsterseniz ileride götünüze başınıza enjekte edin diye genetiği değiştirilmiş tüm çöplerimi de ‘siz ona layıksınız’ diye sadece güzelliğinizi düşünen laboratuarlara bıraktım, kusura bakmazsanız.

Sorun yoksa tek isteğim, size bir şey katmayan girdilerinizin çıktılarını gözeneklerime tıkıştırıp durmayın artık. Ben orada yokum.

24.4.10

?!!!

Kronik kıskançlığım vardı ve günde iki tertip gidip kendimi bir trambolin faciasına dönüşene kadar, ahtapotlara dövdürmem gerekiyordu. Kaslarım, kendi çaplarında komplekslerini coştururken, kafamda özerk yönetim kuran dilim, bindiği dalı kesme cesareti gösterebiliyordu. Öptüğü dudakları kesebiliyordu, sürtünerek sırıtan dişlerim. Demir tadını alan dilim, kansızlığımı ilan ediyordu cansız bedenime. Bedenim kabullenir. Nefes borusuna kurulan budesonid toplumu gibi sessiz kalır onlara da.

Kanlı dudaklara bakarak gücün büyüsüne kapılıyor, güçsüz dişlerim. Kararıyorlar. Reklam panosu geleceğimi karartıyorlar. Gülüşleriyle parlayanları kıskanıyorum oysa.

Ahtapotlardan orantısız şiddet görme zamanı şimdi. Bazen gıdıklıyorlar.

?!!

Kelimelere kürtaj yaparsan, birdaha sana gelmezler. Anlama geçen tek kapıları,
senin geçen gece mide asidine bulanmış karaktersiz parmaklarındır ve sen kirli parmaklarını yok etmeye alıştırdıysan, bir harf bile bekleme... Kelimeler riski sevmez.

Kusarsam, kusursuz ceninler fırlar suratına. Evet, kirli parmaklar yaratıcıdır.

Mandallı İdealist 7

Geleceği, tırnaklarını göğüslerine geçirmiş, ona estetik operasyon uygularken, sınavlara çalışmak sanki pekte kolay olmuyordu. Sonuçta hafızasına aldığı her kelime, imge, formül, o tırnakları, parmaklarının ayrım yerlerine kadar göğüslerine sokuyordu. Buna pek 'gelecekten kaçmak' denemezdi ama çalışmak yerine uyumak istediğine karar verdi- biyolojik saatinin bu fikre karşı çıkışına kadar.

İsimlerinden kökeni, dini hatta mezhebini bile söyleyebileceği adamların soylarına soplarına sövesi geliyordu. "Üç dört harfi bir araya getiren de tarihe formül yazdırıyor" tipi lise-ergen atışmalarını atlatalı çok olmuştu ama "Lütfen, en azından biraz daha çabalayabilirdin" diyesi geliyordu müstakbel küçük mühendisin Dijkstra' ya.

Ve ek olarak, sevgilisi bugün evde değildi. Kendinden nefret etmesine sebep olan süresiz çalışması ve süreksiz yemek yeme alışkanlıklarının sebebi, onu -evet yine- terk etmişti. O gün, kendini çekici ve kızıl tırnaklı geleceğinin parmaklarına bırakmış, bir sonraki gün sevgilisinin tırtıklı tırnaklarını görmeyi bekliyordu.

İşler böyleydi kısaca. Aslında tam olarak bir öyle, bir böyleydi. Ve o, ileriki onaltı saat kırksekiz dakikayı yalnız geçirecekti. Sonra bir kısa mesaj -ah seni zeki, kimden gideceğini tabi ki biliyorsun oyun oynama- ve hop, birliktelik günleri... Evet, olan biten buydu. Aslında o gün için tam olarak 'biten' buydu.

Gecenin bir yarısı, hala konuları bitirememiş olmanın suçluluk duygusu onu deftere yapıştırmış, tüm boşaltım sistemini ciğerlerine doğru ittiriyordu. Mide bulantısının, diğer olağan sebeplerinden korkmasına gerek yoktu en azından, iyi taraf denebilirse.

Boşaltım isteğine beş dakika sonraya randevu verip, şuh geleceğinin kızıl tırnaklarını göğüslerinden çıkardı. Kendini zorla uzak tuttuğu telekomünikasyon gerecini geleceğinin kanlı ama hala çekici ellerine tutuşturup, "Belki de eş değiştirmeliyiz tatlım" dedi.

Sonuçta, bebek battaniyesiyle çıplak tenini örtmeye çalışan bir güreşçi gibiydi ve açık kalacak tarafının 'arkası' olması, artık pekte umurunda değildi.

21.3.10

?!

Pekala, artık her kapıdan girişimde "Welcome to the jungle!" diyen kitaplar ve bahar sendromuyla tanıştığımızı sanıyordum. Parasetamolle yakın dostluk kurmuş olabilirim ama benliğimin, sırf bunun için beni terketmesi gerekmezdi. Hadi ama, biraz daha kibarca olabilirdi en azından gidişi.

İnsanların kafalarında falan zıplayan maymunlar, yatırım yapacakları alan hakkında düşünmek zorunda değildir. Ve belki reçetelerde 'maymun olursun' demiyor olabilir ama yeni dostum Parasette, bana kendimi maymun gibi hissettiriyor. Ve diyor ki "Ah tatlım, bugün gerçekten maymun gibisin". Pekala, bu cümle çalıntı. Çünkü kadınların böyle cümleler kurduğu bir dünya,bana da çok çekici geliyor olabilir belki. Neden olmasın?

Durun bir saniye, 'Jungle' beni kusturuyor...

Limit 2

Onbir yaşındaydım ve hayatımda evde arkadaşlarıma düzenleyeceğim ilk doğum günümdü. İp oyunlarından, ip askılılara geçiş döneminde olduğumdan, özel günün konseptine henüz karar verememiştim. Ya herkesin maymun gibi zıplayıp, koltuk süngerlerinin tozunu attıracağı çocuk şarkılarıyla dolu bir kaset doldurtacaktım (bu deyim ne kadar yabancı geldi birden) ya da sweet sixteen tribine girmiş kızlar gibi -annemin kesinlikle desteklemediği- makyaj malzemeleri ve sütyenler konseptine kayacaktım.

Sonuç? Annemin pasta, börek ve patates salatasıyla, ‘anne günlerinde’ arka odaya atılmış çocuklar konseptini uygulamaya aldık. Tek bir gözde göreceğim sıkıntı, gelecek yaşamımdan üç yıl götürecek stres bindiriyordu üzerime. Onbir yaşındaydım ve ilk ‘konsept’ doğumgünümün hasılatı bana eksi yirmidört yıl olmuştu.

Yirmi yaşındaydım ve eksi yirmidört yılımla beraber, hayatımın ne zaman biteceğini düşündüğüm her dakika, üzerime eksi bir yıllık stres bindiriyordu. Geri sayımı, ilkokuldaki gibi aritmetik değil, geometrik yapıyordum kısacası ve anlaşılmazı. Hafta başı resetlediğim hafızam nedeniyle, özel günleri, artık doğum gümlerimde değil belki ama her hafta sonu planlıyordum. Profesyonel bir kokteyl sahibi edasıyla, her dakikayı önceden ayarlıyor, boş an bırakmıyordum.

Ancak o hafta, aradaki bir saatte, bir şeyler içmekle bir şeyler izlemek arasında kalmıştım. Acemi üniversiteli hallerinden, mezuniyet hüzünlerine geçiş aşamasında olduğumdan, haftasonu konseptine karar verememiştim.

Sonuç?

Sürekli değişken bir yaştaydım ve geri sayımım sürekli artan bir ivmeyle sıfıra yaklaşıyordu.

Sonuç?

İki bira alıp, kedilere fikir sormaya gidiyordum.

Limit 1

Yıllar sonra sıra yine yatağa sahne muamelesi yapmaya gelince, döngümün sonuna geldiğimi anladım. Tatlı ama bayatlamış anları, yeni ve tatsız anlara katıp karıştırdım ve karışımımın bayatlığı sonsuza yaklaştı. Artık birinin üzerime basmasına izin vermek zorundaydım, yaşlı olmasa da birine yerimi vermek, her şeyimi.

Faranjitimi, sadık bir hayvan gibi beslemeye karar verdim. Bolca asitli içecek, toz ve biraz limon. Ve kahve. Ve evet, o aylardır uykuda olan mide kapakçığımı da uyandırabilirdim, faranjitime asit sağlaması için. Ve söz veriyorum, bu sefer proton pompası inhibitörü yok.

Bu sefer parasetamol yok.

Bu sefer setirizin yok.

Bu sefer psödoefedrin de yok.

Ya da amilmetakrazol.

Ya da asetilsistein.

Hele ki ksilometazolin hidroklorür asla yok.

Ve sözlerimin de diğer birçok şey gibi, yumuşak ve grimsi beyin hücrelerimde bir dakikadan fazla kalmayacağını unutmamam gerekiyordu (?)

Ben, onlarca doz burun spreyini beynimin derinliklerine yollarken, hafızam tertemizdi. Sonra binlerce miligram parasetamolle biraz bulandı. Artık beyinciğimden gelen sağlıklı kalma içgüdüsüyle aldığım son antialerjikler, birkaç saat sonra -beyinciğim hala sağlamsa- mide kapakçıklarımı ardına kadar açacaktı.

Kalkıp bayat çorbama biraz daha nostalji karıştırdım. Ben tüm mükemmeliyetçiliğimi içine kusmadan, bayatlığını sonsuza ulaştırmalıydım. Ve koltuk ta onların olsundu. Ben boktan şeylere gebeyken, boktan hikayemin gazileri orada otursundu.

10.3.10

Madame Density's Last Words 'bout Love

Görüşürüz derken, üzerlerinde eğreti bir sırıtış olan ağzınızdan çıkan ses bile, kendinizi profesyonel bir yalancı gibi hissetmenize yetiyorsa; darboğaz günlerinde saç kestirip dondurma yemek, vıcık vıcık bir gilmore yapmacıklığı bırakıyorsa içinizde; aşık değilsinizdir!

Uykuya dalmanızı sağlayan insan her zaman aynı olmayabilir. Ve aşık olurken, kişileri de seçmezsiniz. Seçtiğiniz, oynayacağınız rollerdir. Bir esnafın ilgi yoksunu, bir mühendisin aldatılan, bir öğretmenin aldatan, bir müzisyenin gölgelenmiş, bir işibellideğilin eş değiştirme toplantılarına katılan, bir doktorun evde oturan karısı olabilirsiniz.

Laflar ağzınıza yapışıyorsa, söylemeyin bir daha!

Ve Madonna sesleniyor ben bunları yazarken:

"Happiness lies in your own hands..."

Ve evet bu aşk serisinin son yazısıdır.

26.2.10

Deneysel Aşk

Ekoselerinde labirentler bulup kayboldum. Peynir kokusuna kapılıp, fare gibi koşturdum. Komikti beni yukarıdan izlemen. Göz göze gelişimizde, korkunu duydum kirpiklerinin titreşiminde. Zekamı kaçırdım dikkatinden. Fikrine uyup, oyunu kurdum. Ben oynadım, sen durdun. İzleyip, işleyişini buldun beynimin. Şaşırtıcı yerlere tuzaklar kurdun. Bilerek düştüm, duvarlara kafamı aptal aptal vurdum kaç kere, bilincim yerinde. Sen de yaralarımı yüzdelere vurdun.

Ve kıkırdaklarını kemirirken açlıktan, peyniri hala bulamayışıma ağlardım. Haftalık leş kokunu bile içime çeker, labirentlerine dalardım.

Madame Density's Some Stories Unnamed Vol.3

Aşk, bazen ağda gibidir. Alıştıra alıştıra bitiremezsin işini. Tek ve sert bir hamleyle, ağır ama kısa acılar çekerek olur ancak. Bir kez yapıştırdı mı, uzun süre bekletirsen, çıkmaz. Çıkarmak, onu yerinden koparmak için kimyasallar kullanmak zorunda kalırsın.

Ve ağda gibi aşk ta, yanında durursan, illaki bir yerine yapışır. Ayrılırken acı vermesi de kaçınılmazdır. Defalarca tekrarlanan yanlış ayrılıklar, kızarıklıklar bırakır eski yerlerinde. Ama gözlerde, ama dudaklarda... Kontrol edemediğin yaşlar dökülür gözlerinden, burnunun akıntısına eşlik etmeye.

Bittiğinde, teninde duyduğun sıcaklığı özlersin. Sanki bir örtüymüş gibi seni saran kucak, o eğreti ılımanlığın yokluğuna alışamazsın. Geri kalan temizlik, gözlerinle görüp inanamadığın rahatlık, tatmin edici olsa da; o örtü oradan hiç kalkmasın, o kucak hiç açılmasın istersin.

Seni ve tenini ve düşüncelerini ve hislerini öyle dımdızlak bırakan, artık ağda mı dersin aşk mı, kararsızdır da. Bir anda onlarca acılarla sökülüp gittiğinde, en fazla bir ay sonra tekrar geleceğini bilirsin ve ondan bir ay sonra ve ondan sonra ve sonra ve…

Sonu yoktur. Gözeneklerin ölüp, yeniliklere dur diyene kadar.

11.2.10

Überich

Beklentilerimi her defasında farklı bir yatağa atıyordum. Telefonumun çatlak ekranında, her yarım saatte bir beklediğim ibarelerin belirmemesi, beni onun koordinatlarını değiştirmeye itiyordu. İstekleri karşılamaktan yoksun bir telefon, gözümde dar alana sıkıştırılmış bir takım elektronik bağlantıdan başka bir şey değildi. Yine de onu tamamen hayatımdan çıkaramıyordum. Garantici yapım ayrılmamıza izin vermiyordu.

Günleri bir deryabaykal duraksızlığı ve hülyaavşar doyumsuzluğu arasında geçiriyordum. İyelik sınırlarını görünmez hale getirmiş bir alışveriş manyağı gibiydim. Patlama anına üç gün kala kıskançlığını biyolojik sebeplere iliştirerek ilişkileri yürütmekteydim. Böylesine kapitalizm fışkıran bir şeyi bu kadar önemsemem acıydı tabi ama dişi oluşum kadar da gerçek.

Her televizyon başına oturduğumda egomun kaşıntısına engel olamayıp rihanna dinliyordum. Bir yerde kesinlikle çıkıyordu karşıma ekstra popüler haspa. Hemen ardından victorianın tüm sırlarını heidiklum üzerinde öğrenişim, egomun kaşıntısını yaralanmalarla sonuçlandırıyordu. Egomla küfürleşip onu süper ego olmakla suçluyordum. Bunun genelde çocuklarda olduğunu bilmediği zamanlar, bu söylediğimden memnun kalırdı. Artık süper ego suçlamasına, beni daha büyük, daha tehlikeli kaşıntılara sürükleyerek karşılık veriyordu.

Ardarda dizilmiş, henüz bir anlam taşımayan ilmeklerimi alıp egomu televizyonun üzerindeki danteli silkelemekle görevlendirdim. İçimde 'huzurla ölebilirim artık' hissiyle deryabaykalı, zigon sehpalar üzerinde bir iki bardak çayla ağırladım. Egom bana ters ters baktı tatlı çıkarmadığım için. Herkesin içinde ona 'süper' diyemezdim. Ona da bir çay koydum.

Beklentilerimi yeni bir yatağa atmanın zamanı gelmişti. Yine ibaresiz bir elektronik bağlantı birikimiydi karşılaştığım.

8.2.10

Madame Density's Social Message For All

İnsanlar artık hayal ederek mastürbasyon yapamıyorlar. Gözlerini kapatıp başka alemlere dalamıyorlar. Dalabilecekleri tek ‘alem’ sonradan yaratılmış konulu alemler. İnsanlar yaratamıyorlar.

Fantezilerinde çıkardıkları her sütyen, göğüslere dokunacakları anda sahnede yeniden yerini alıyor. İnsanlar, milyonlarca kez sütyen çıkarıyorlar. Takılmış filmler gibi saniye saniye tekrarlıyorlar hayallerini bütün gece- internete bağlı bir bilgisayarları yoksa. Olanlar, onlar için yaratılmış hayalleri takılmadan seyrederek, ileride yatakta farklılıklar için onlardan istenecek, kendi filmlerini çizdiriyorlar.

Porno endüstrisi hayal güçlerini kemiriyor.

Ve onlar, bundan zevk alıyorlar.

Bağırarak.

Mandallı İdealist 6

Kendininkinden çok daha rahat bir yatakta uyandı. Saat dört ya da beş civarıydı, akşamüzeri. Günün en nefret ettiği, ölüm kokan saatlerinde, irin kokan acil servis sedyelerinden birinin üzerindeydi. Ellerini kırarcasına sıkan sevgilisi, katiline yalvaran kurban gibi bakıyordu gözlerinin içine. Biraz umut biraz korku karışımı bir şey işte o bakış. Avucunda hissettiği sıcak ve terli eli, karşılık olarak sıktı o da. Bakmak istemiyordu. İçerisinde herhangi bir ‘his’ bulunduran bir bakış atmak istemiyordu ona. Sevgilim dediği adama karşı içinde birkaç aydır nedenini bilmediği bir nefret biriktirmişti. Birikmiş korkunun, çürüyünce dönüştüğü duygu da olabilirdi bu ‘nefret’ denilen. Aylarca tutsağı olduğu katilin ellerine önce korkuyla, sonra öfkeyle bakan kurbandaki gibi…

Saçı başı dağılmış olan doktor, aceleyle içeri girdi. Acil durum ‘acelesinden’ ziyade bir baştan savma acelesiydi bu. Acemice bir acelecilikti doktorun gösterdiği ki girdiği kapının, arkasındaki sedyeye çarpmasına engel olamadı. Sedyede yatan hastasına attığı aceleci bir özür bakışının ardından, hastanın gözlerine tutacağı feneri çıkardı. Bir iki muayene yapıp klişe sonucu uygulayarak, taburcu onayını verdi hemen.

Bilinci yerinde ve sağlıklı bir birey olarak, kapıdan ayakta çıktı. Sevgilisi, hala elini tutuyordu. Gözlerine yine bakamadı. Ona karşı barındırdığı nefret duygusundan utanıyordu. Utancından yüzünü yerden kaldıramadı yol boyunca. Kaldırımların taşlı olduğunu fark etti. Geçen ay batıp çıktıkları çamurlar bunun için olmalıydı. Sonra yerler, o kadar da pis değillerdi aslında. Yani bu kadar uzun süre bakınca, düzenli ve tekrarlı bir pislik gibi geliyordu insana. Her iki adımda bir parça tükürük vardı örneğin.

Eve varmaları, tramvay yolculuğu artı sekizyüzaltmışbeş adım sürmüştü. Nihayet, sınav sonrası daldığı uykusuna devam edebilirdi. İçinden, “Umarım yanımda yatmak istemez” dedi. Bu ikiyüzlü durumu hiç kaldırabilecek durumda değildi. Odaya girip üstünü değiştirdi. Sevgilisi geldiğinde -neyse ki- çoktan kat kat giyinmişti. Bir şey söylemeden yatağa gitti. Sevgilisinin yanına gelmesini beklerken o, yastığını ve dolaptan bir battaniyeyi alıp, ona küçük bir öpücük verdi. “Yanımda yatmayacak mısın” diye sordu, sanki istiyormuş gibi. “Hayır” dedi sevgilisi, “Tehlikeli olmaya başladı”.

Kapıdan çıkarken, hafifçe arkasını döndü ve “Niye cinsel geleceğimi yok etmeye kalkıştın” dedi. Öylece baktı. Tüm rüyalarını bu adama uygulasa, böyle olmazlardı belki. Ama o, gidip en şiddetli rüyasını uygulama olarak seçiyordu hep. Cevap veremedi. “İyi geceler” dedi adam. Bu, cevap veremediği son soru olmayabilirdi ama yine de “Sana da” diyemedi.

Nefret listesini sıfırladığı günü düşündü. Yeni ve sade bir liste oluşturacaktı- çok gerekli olursa. O listeyle, kendini mumyalayıp asabilirdi şimdi oysa.

Sonuçta ağlamak insanı rahatlatamayabiliyordu artık.

28.1.10

Mandallı İdealist 5

Sırtından mandallarla tavana asılıydı. Yaklaşık iki metre altında onlarca çıplak vücut, kolları bacakları iç içe hareket halindeydi. Ter, kan, sidik karışık bir koku doldurmuştu küçücük odayı. Böyle ortamları tanımazdı. Koku unsurunu, son okuduğu romandan tanıdığını fark ettiğinde, rüyada olduğunu anladı. Tüm bu sapkınlık, bilinçaltının eseri olmalıydı. Rüya olduğunu anladığına göre her şey artık normale dönmeli, o da bomboş simsiyah zihninde uykusuna devam etmeliydi. Ama hala sırtında mandalları, burnunda o boğuk kokuyu olabilecek en gerçekçi haliyle hissedebiliyordu.

Kalabalığın içinde amaç satan herifi gördü. Halinden memnun, çevresindeki 'onlar'ın tersine ayakta, mağrur ve temizdi. Dönüp kendine baktı. Asıldığı tavanda top top kağıt vardı: yazılı-çizili. Odadaki herkes amaç mandallamış olmalıydı. "Neden tek asılı benim peki" dedi içinden. Metal korse giymiş adama seslendi. Rüyada olduğunu bile bile "Neredeyim?" dedi "Niye astınız beni tavana?!"

Adamın hali hiçte işportacıya benzemiyordu. Gülerek cevapladı. "Akıllı kız, ince bir çizgidir, tehlikelidir. Seni öylece bırakıp, sağımıza solumuza sonunu bilmediğin amaçlarını mandallamanı izleyemezdik". Haklı aslında diye düşündü. Akıllı kız, ince bir çizgiydi. Her akıllı kız, küçücük bir duygulanım bozukluğuyla dominant kadına dönüşebilirdi. Akıllı kızlara, eğitim hayatları boyunca, dominant kadınlar örnek gösterilir, rol modeli edilirdi. Sonra, içlerine baskınlık böylece işlemiş akıllı kızlar, kuluçkaya yatırılarak başarılı dominant kadınlara dönüşmeleri beklenirdi. O, en azından şimdilik, sadece akıllı bir kızdı. Tavana mandallarla salak gibi asılmış olmasıysa bunun kanıtı...

Adama, kağıdında neler olup bittiğini soramadan onu gözden kaçırdı. Hala asılıydı. Kağıt-amaçlar dışında asılı tek şey oydu. !!! Amaç kendisiydi belki. Kendi amacı, kendisiydi. Gecikmiş değişimi. Tehlike, değişimdeydi. Sırtında çatırtılar, göğüslerinde gıdıklanmalar hissetti o an. Gövdesi, dominant kadın omurga dikliğine ulaşıyordu. Mandallar teker teker onu bıraktı. Amacını ona satan adamla başka bir odada, baş başa kalmıştı.

Bu gördükleri, bir romanda olsa, son olayın üstüne kesinlikle iki sayfa atlar, 'aksiyon' var mı diye bakardı. Bir odada yalnız bir çift, ona pamelaanderson ve bereket tanrısı ikilisini çağrıştırıyordu. Adam profilden bereket tanrısına benzese bile, yazar okuyucuya istediğini vermemeye kararlıydı. Çünkü o an kendileri, akıllı kızlıktan çıkmışlığın hoyratlığıyla, bereket tanrısının 'profilini' parçalamakla meşgullerdi.

Adam, saçmalamanın doruklarında, acı çekerken "Uyan!" diye bağırıyordu.

Mandallı İdealist 4

Verdiği birtakım önyargıyı eğitimden sayan insanları, anal eksende bir araya getirmek istiyordu. Küfür etmesine engel olan sanal dişiliği, böyle zorlama cümlelerle karşısına çıkabiliyordu işte.

Kalemini boş kağıda vurarak, tüm cevapların aklından silinmesini bekliyordu. Sınav sonrası objektif kontrol için kağıdı aklından silme taktiğini ilkokulda türkçe öğretmeni vermişti. Tabi sınavı tamamlama süresiyle, sınav süresi arasındaki farkı ortaya çıkaran çıkarma işleminin değişme özelliği olduğunu varsaymış olmalıydı.

Aradan saatler geçmiş olmasına rağmen, aklında hala rüyası vardı. İnsanların saç tellerine asılı çaputlar, kıyafetlerine nazarlık misali iliştirilmiş not kağıtları görüyordu. Daha yukarı, tavandaki ince borulara bakarak, o sınıfta kendisi gibi amacını sağa sola mandallamış birinin olup olmadığını araştırıyordu. Öyle biri tabi ki yoktu. Hem olsa, orada top top kağıt görse bile bunu kimseye söylemezdi. Diğer zamanlarda olduğu gibi deli damgası yemezdi belki ama hayatını çok daha derinden etkileyecek ‘damgalar’, kopya gerekçesiyle siciline vurulabilirdi.

“Arkadaşlar toparlayın son on dakika!” dedi gözetmen. Aklından, kağıdı silmesine yetecek kadar düşünce geçtiğine inanarak, kağıdın yüzünü çevirdi tekrar. Hızlıca cevaplarını kontrol etti. Kağıdın kenarına, son kontrolün yapıldığını kanıtlayan işaretler bıraktı. Herhangi bir soruşturma durumunda, bunun ona nasıl bir katkı sağlayacağını bilmiyordu ama yine de kendini garantiye almayı alışkanlık haline getirmişti. Kağıt üzerine son karbon tanelerini bıraktıktan sonra kalemlerini toparladı. Kalkmaya hazırlanırken gözetmen, “Evet arkadaşlar getirin artık kağıtları!” dedi. Zaten yapacağı bir işin başkası tarafından hatırlatılması, ona zorlama gibi geliyordu. İnat damarının, normal nabzından bağımsız titreşimini hissetti. Kağıdı vermeyecekti. Her türlü soruşturma için zaten garantiye almıştı kendini önceden. Kağıdı o sınıfta veren son kişi olacaktı. Bu tavrı, gözetmen ile arasında çıkacak kağıt çekiştirmesi sırasında, kağıdının yırtılarak heba olmasına neden olsa bile.

Gözetmen, sırayla kağıtları toplamaya başlamıştı. Neyse ki arka sıradaydı. Ancak yine de kağıdı son veren olması için doğaçlama bir plana ihtiyacı vardı. Toplanma sırasına üç kişi kala sıradan kalktı. Kürsüye kadar olan yolu ağırdan alarak sonuncu olmayı başarabilirdi. Garip bir gurur meselesi haline gelmişti üç soruluk kıytırık belge.

Son on kağıt… Kürsüye yaklaşık on adımı kalmıştı. Adımlarını bundan sonra her kağıda eşit sürelerle dağıtmalıydı. Sırtına yüklenen stres yüzünden, üzerinde toplasan üç gram karbon olmayan kağıt, kollarını ağrıtmaya başlamıştı. Yine elleri terliyor, kızarıp şişmiş gözlerini, kağıtları toplayan gözetmenden kaçırmaya çalışıyordu.

Son dört kağıt… Programın ilerisine geçip, son beş adımına dört kağıt bırakmayı başarmıştı. Bundan sonrası sadece şans işiydi. Kürsüye, gözetmenle aynı anda vardı. Onca saniye kaçırdığı gözlerini, en önemli anda gözetmene yakalattığı için kağıdını ona vermek zorunda kaldı. Bu da son yirmi kağıdın arkasında kalması anlamına geliyordu.

Gururunu bir saniye farkla kırıp, galip gelen gözetmenin; sınav boyu sesleriyle kulaklarını tırmalayan topuklarına zift yağı sürmek, höpürdeterek içtiği şekersiz-kremalı kahvesine müshil atmak istiyordu. Haklıydı. Sonuçta en üstte onun kağıdı olmalıydı. Çıkarken kürsüde son gördüğü, kendi adı olmalıydı. Gözetmenin zorlama “Verin kağıtları!” cümlesini boğazına sıkıştırmalıydı.

Eve dönüp, başını yastığa dayadı. Sınav kaçırma korkusu, son kağıt problemiyle birleşerek, onu hayli yormuştu bugün. Uyumak istememesine rağmen kızarmış gözlerini biraz dinlendirmesi gerektiğini biliyordu. Başucunda asılı boş mandala bakarak yeni kabuslara daldı. O gün son gördüğü, o mandal olacaktı.

Mandallı İdealist 3

Uyandığında yastığı ter içinde kalmıştı. Evrim düşüncesinin rüyalar üzerine ortaya attığı teorilerine uygun olarak, düşüşünü yere çakılmadan hemen önce uyanarak tamamlamıştı. Atalarından birinin böyle bir macera yaşamış ama ‘onun atası’ olabildiği için en azından o macerada ölmemiş olduğunu biliyordu artık.

Çarşıdaki amaç sepetini de adamı da bir daha görememişti. Günlerdir mandallarla kafayı bozmuş, rüyalarını -günün tek rahat saatlerini- bile alt üst etmeyi başarmıştı. Hayatında ilk kez kendini uyanık kalmaya değil, uyumaya zorluyordu ama ilaçlarla ama sütle, yoğurtla… Yirmidört saati yirmibeşlemek değildi hayali artık. O yirmidört saatin birkaç saatini el çabukluğuyla kaybetmek istiyordu.

Sanki günler önce ipe tutturduğu o iki liralık amaç, onu rüyasında sürekli düştüğü farklı ama benzer olarak boş yerlere itmişti. Adama kağıtta ne olduğunu sorabilmek için tüm çarşıyı dolaştı ama bırak adamı, yere düşmüş tek bir mandal bile yoktu. “Ardına obez düşmüş Hanselle Grateli aramak bile daha kolaydır” diye geçirdi içinden. O adamı bulup, bilmeden etmeden bir amaca sahip olmanın heyecanıyla paldır küldür ipe astığı o kağıtta, aslında ne olduğunu öğrenmeliydi. Ya da belki hatırlamalı…

Yatakta diğer tarafa döndü. Nereye dönerse dönsün gerçeği yüzüne vuran güneş, uyumasına, günden biraz daha çalmasına izin vermiyordu. Güneş bazen işine aşık bir güvenlik gibi davranabiliyordu. Rüyasını hatırladı. Rutin ağlamasını tamamladıktan sonra “İstemiyorum” dedi sadece. Neyi ‘istemediğini’ bilmeden zira istemediği çok şey vardı.

Saati on dakika sonraya kurdu tekrar. Çalar saat bazen anne gibi davranabiliyordu. Onar dakikalık toleranslar tanıyacak kadar şefkatli ama sesiyle insanı bir anda yataktan zıplatacak derecede hunhar.

Günler çok çabuk geçiyordu-geçmediğini iddia etmesine rağmen. Şimdiden sadece üç ay yirmibir günü kalmıştı. Önceden kurulup, hazırda bekletilen saatli bomba gibiydi. Tek sorun, dünyada patlatılacak kadar değerli bir yerin kalmamış olmasıydı. Bu nedenle ıskartaydı işte.

Düşünürken, uyumayı unuttuğunu fark etti saati görünce. Saatinden canla başla çaldığı on dakikanın, dokuzunu dahice katletmişti. Tekrar bir on dakika için yalvaracakken, çalar saat kadar bile toleransa sahip olmayan unsur aradı ve yarım saat içinde ‘orada’ olması gerektiğini hunharca bildirdi.

Uyandırışı hunharca da olsa, annesini özlemişti. İleride onun, kızını daha da fazla özlemesinden korkarak…

20.1.10

Mandallı İdealist 2

Amaçlara göre yönetim. İşletme Yöneticiliği sayfa yüzaltmışiki.

Amaç kusacak kadar amaç kavramıyla doluydu. İçindeki amaçların tümünü kusabilirdi çünkü hiçbirini taş kafasına monte edememişti. Boylu boyunca uzanmak, amaçlarını yastığa döşemek istiyordu gece boyunca. Üretim kusmak istiyordu. Ter bezlerinden demir talaşı çıkmasını, talaşlarının oksijenli cehennemde yakılırken çıkardığı kokunun duyabileceği tek koku olmasını istiyordu. Sadece çizelgeleri görmek, akış diyagramlarına dokunduğunu hissedecek kadar yakın, akışta kaybolacak kadar içinde olmak… Kendini bu yönde kandırıp, bir şekilde üretimci olmalıydı. Yoksa tüm amaçları toplanıp onu oksijensiz bir cehennemde yakacaklardı.

Belki kızacaktı birileri ama o ‘birilerinden’ başka amacı yoktu günlerdir. Kendi amaçsızlığının yanında onun ‘çok amaçlılığını’ kıskanır olmuştu. Her yıl yaptıkları karakter değiş tokuşundan da bıkmış usanmıştı zaten, bu karakter de ona hiç ama hiç oturmamıştı. Değişim kartını alıp yanına gittiğinde “Büyü artık!” dedi. “Bu benim karakterim, o da senin! Alış bunlara… Talaşlara, matkaplara, yüzünü -şimdikinden fazla olmasın- kara çıkaracak makine yağlarına, yanında yüzüne-arkandan g.tüne bakacak yağcılara, sabah altı-akşam altıya, üç çocuk bir kıro dörtlemesine alış!” dedi ona. “Sen kadınsın, hem üretimci… Daha optimum çözüm olamaz.”

“Değilim!” diye bağırdı. “Üretimci değilim ben!”. Yukarıda başkalarının yollarına astığı mandalları görüyordu. Kendi mandalları omuzlarında, aşağı düşüyordu şimdi. Onu oksijensiz bir cehennemde, çöpe attığı amaçları bekliyordu, tepedeki boş mandallar ona şaşkın şaşkın bakarken. Onu herhangi bir yola asabilecek bir mandal yoktu. Yoldan ‘kopmuşların’ yeri, karşılarına çıkan her amacı buruşturup attıkları ‘o’ yerdi…

“Optimum çözüm bu!” diye bağırdı yukarıdan birileri. Onun mandalları metaldendi. Aralarında kalitesini bilemediği bir santimetre boyunda bir yay olan alüminyum dökümden yapılmış mandallar…

Omurilik soğanının anlık tepkisine karşı gelemedi bu sefer ve tüm üretim dağarcığını ‘arz etti’ oksijensiz amaçlar cehennemine doğru.

Yanlış yolda gidiyordu…

Paradigma. İşletme Yöneticiliği sayfa yüzaltmışsekiz.

8.1.10

Mandallı İdealist

“Mühendis olmak istemiyorum” dedi. Ağladı. Gözlerinden bir damla bile akmadığını fark ettiğinde düşünmeye başladı. Kimse onu zorlamamıştı. Ağlamaya çabalamasının nedenini kaybetti. Oysa az önce oldukça nedenli ağlıyormuş gibi hissediyordu. Nedeni çaresizlik miydi, kendine duyduğu öfke mi bilemedi. Çaresizlik olsa, çaresiz değildi. Yok, kendine duyduğu öfkeyse nedenini unuttuğu ‘yaşsız’ operasyonun ‘nedeni’, onu ağlatacak seviyede self-öfkeyle hiç düşünmeden kendini bir yerden bırakıvermesi ilk işi olmalıydı ki değildi. Kan, damarlarından kılcallarının diplerine kadar yüksek basınçla giderek gözlerinin akına tecavüz ediyordu. O gece nabzı, soğukla bir olmuş, gözlerini bir threesome hikayesine kurban etmişti. Yine zorlama yoktu.

‘En başta yaptım hatayı’ ana fikrinden yola çıkarak, amaçlarını sorgulamaya başladı-yine. Dünyada mesleki eğilime yol açabilecek üç amaç vardı. Amaçlar ilkokul seviyesinde kalmalıydı. Yüksek lisans programları, amaç kapsamında olmamalıydı. Çünkü amaçlar çok basitti. Ya aşkı amaç kabul eder, birinin karısı ya da ‘birçoklarının’ karısı olurdun; ya parayı amaç kabul eder, ileride eğitime dair önüne gelecek her ayrıştırmada bir ton sayı neredeyse orayı seçerdin; ya da ne olursan ol ‘idealistim’ der debelenirdin. İdealizm… Ne ideal işti biz çocukken…

Yolda kalmış kar kalıntılarının dev bir teomanın az sonra doğup “Anne” diye üzerine yapışacak çocukları olduğunu hayal etti. Hayır! Ne zaman amacını kaybetse, aşka kayıyordu. ‘Birçoklarının karısı’ olmak istemezdi. Kar kalıntıları hakkında daha usturuplu şeyler tasarladı, çalışmayı hiç bırakmayan sapık kafasında. Buzlaşmış kar kalıntıları, tanrının verem balgamı olabilirdi mesela, ince bir renk farkıyla.

Az önce doğumun direğinden dönen çocuklardan birinin kafasını ezen ayağa takıldı gözleri. Yavaşça yukarı baktı. “Umarım bakmıyordur“ dedi. Zira aşırı kan pompalanmış gözlerin adama çevrilmiş olması, onu korkutabilirdi. Adam bakmıyordu. Bir pazarcı edasıyla sepetteki mallarını satma derdindeydi. Ayağının altında ezdiği beyazlıksa, pazar yerinde can çekişen pırasa parçalarına dönüşmüştü bir anda. Biraz gecikmeyle ses eklendi sahneye. “İki lira” diye bağırıyordu adam. Çarşının ortasında bir dükkanda çığırarak satış yapan adamın, ‘kesin ceza yeme tehlikesini’ göze almasının bir amacı olmalıydı. Amacı, sepetin kenarına bir mandalla tutturulmuştu: “AMAÇ:2 TL”.

Neden sonuç ilişkisi kuracak bir mantığa sahip olmadığı için, mütemadiyen gitti sepete doğru. “Hepsi mi iki lira?” dedi. Adam, çevresini sarmış sıkışıklığa para üstü ayarlamanın aceleciliğiyle “Hepsi hepsi” dedi sadece. İçlerinden bir kağıt seçti. Her alışında ‘yok canım çıkmaz’ diyip son gece hayallerini kurmaktan kendini alıkoyamadığı milli piyangolar geldi aklına. Piyangodan kendine bir amaç çekti hemen. Üstelik sadece iki lira!

Parasını verip, seçtiği kağıdı yukarıdaki -en az yerdeki kadar kalabalık- ipe astı bir mandalla. O kağıt uçana kadar bir amacı olacaktı. O kağıt uçana kadar her insan gibi koşuşturacaktı bir şeylerin peşinden. O kağıt uçana kadar ‘Neden’ demeyecekti.

Sonuçta idealizm… Ne ideal şeydi.

Çocukken…

3.1.10

Madame Density's New Year Message For All

Bir sonraki yıla geçiş anında yaptığının, hayatını etkileyebileceği inancına sahip ailelerde büyüdük hepimiz. Yılın her günü orda burada azıtıp hiçte ‘hayatın gidişiyle’ oralı olmazken, tek bir gününde yapacağımızı iki hafta öncesinden harıl harıl planlamamızın sebebidir bu. Bir sonraki günün gayet normal boşluğunu kutlamanın saçmalığı asla akla gelmez. O boş günün tek özelliği zamanın, gayet doğal ilerleyişinin bir ölçütü olmasıdır aslında.

Bazen insan, zaman-mekan-ve diğerleri üçlemesinin ortasında cebelleşirken bulunca kendini, bunları düşünmekten delirdiği söylenenler gelir aklına. “Çok düşünmek delirtir insanı” söylemi de yılın malum günüyle kader arasında alaka kuranlardan çıkmıştır. “Düşünmek insanı var etmez, insanlıktan çıkarır” iddiasıyla Descartes’ a “Ya paranı ya canını” der bu ahmaklar. Düşünmeden bu kanılara varabilmeleri de yeni yılın ilk garipliğidir.

Evet, yeni yıla düşünerek giriyorum. Her yıl yaptığım gibi düşünerek kendimi sarhoş olmaktan alıkoyuyorum. Sabah, gazetelerden öğrendikleri ‘yılbaşı sonrası kürlerini’ uygulamak zorunda kalan güruhtan olmadım, olmam da herhalde. Olamam da. Çünkü her ne kadar garip, saçma, kınanası bulsam da; o ‘yılbaşı anı=kader’ ilişkisini kuranlardan etkilenmiş biriyim ben de. Düşünmek iyidir. Evet, bazen düşünmek insanı delirtir. Ama bazı şeyler ancak böyle kabullenilir.

İyi yıllar…

Madame Density's Some Stories Unnamed Vol.3

Tırnaklarımın morarmasına sebep olan rüzgar devam ederken, önümüzde ara sıra duran tırların dizlerime doğru esen mazot sıcaklığıyla avunuyordum. Yanımda psikolojik sıcaklık yaratan etken ise ellerini, ceplerinin sıcaklığıyla avutuyordu. Otobüsümün rötarlı geleceğini öğrendiğimde durağa erken varmış olmanın pişmanlığını yaşadım. İçimi de dışımı da bir anda soğutan pişmanlıkla boğuşurken, otobüsüm beklenmedik zamanda geliverdi.

“Bursa” diye bağıran muavin, kendisini umursamadan hareketine devam eden otobüsün yan kapısından sarkıyordu. Tam “Allah kaçırdık işte” telaşına kapılmışken durdu ve ben ‘son öpücüğü’ alamadan az önce muavinin sarktığı ’hareketli kapıdan’ içeri attım kendimi.

Yolculuk öncesi bir şey unutmuş olma psikolojisi yüzünden acele vedalar hep sinirimi bozmuştu. Hareketli otobüse ve kapıya eğretice yapışmış bana hayretle bakan gözleri gördüğümde -üzerlerinde havada kalan öpücük vardı- sinirim bir daha bozuldu. Tabi daha neler olabileceğini o an bilmiyordum.

İçerisi uzun yolun ter ve yemek kokusuyla kaplıydı. Basık hava, telaştan zaten daralmış nefesimi “girmiyorum lan artık ciğerine falan” restini çekme noktasına kadar getirdi. Ağzına kadar dolu otobüste, yerimin başka birine verilmiş olması korkusuyla ön sıralara baktım. Kendinden emin muavin yerimin olması gereken yerde, kendine göre ‘ayarlamalar’ yapıyordu.

Koltuklarda bir trajedi yaşandı o anda. Bir evli çift ayrıldı; yalnızlığın tadını çıkaran genç, yanına gelen evli adama mahkum oldu. Bense önümüzdeki üç saat için dul statüsüne geçmiş kadının yanına ‘ayarlandım’ kendinden emin muavin tarafından.

Muavin biletimi ikinci kez istediğinde, ‘daha neler olabileceğini’ anladım. Yanlış otobüse binmiştim. Nedense aynı saatte, aynı yere giden bir otobüse yanlışlıkla bindiğim için, herkes beni suçluyordu. Sorumluluk dalgası üzerimde kalmıştı. İki dakika içinde tüm otobüste hakkımda ‘geri zekalı mı mağdur kız mı’ değerlendirmeleri yapıldı. Kendinden emin muavin, benden sorumluluk dolu hatamın bedeli olarak ayrılmış evli çiftin bilet bedelini istedi. Bir anda bilinçli tüketici benliğimden, kazıklanan müşteri benliğime geçiş yapacaktım ki cüzdanımın dibine kadar boş ayrımları beni engelledi. Bilinçli tüketici olmak zorundaydım. Kafamda, adrenalinle çalışan ‘Bilinçli Tüketici vs Kendinden Emin Muavin’ lambaları yandı. Kavga düşüncesinden oldum olası hoşlanmıştım ama kavga anı geldiğindeki biyolojik tepkilerim de bir o kadar zamandır değişmemişti. Heyecandan ellerim terliyor, sesim titriyor, gözlerim yaşarıyordu. Kendinden emin muavine “Nolur abi gideyim azıcık yol zaten” diyerek ağlamaktan korkuyordum.

Ben bunları düşünürken tartışma noktalanmıştı. Ellerinde biletlerim, şoförle aramda birkaç mekik dokunduktan sonra olay sonuçlanmıştı. Ses seda çıkmadı daha. Yine de beni dağın başında ‘az sonra doğru otobüs gelecek’ vaadiyle salmalarından korkuyordum. Çantalarım derli toplu, oturdum oturduğum yerde. Biyolojik göstergelerim normale indiğinde, dul kalmasına neden olduğum kadından özür diledim. Farkında olmadan zaferle ayrıldığım kavganın diğer bileşeni muavinden yarım bardak su aldım. Muavin, sorumluluğu üzerime atamamış olmanın hırsıyla aldı çöpümü. Bardağın çatırtı sesleriyle, daha ‘neler olabileceğinin’ farkına varmak istemedim. Kafamı, az önce yerimde oturan evli adamın bıraktığı kepeklerin üzerine dayamadan uyumaya çalıştım.

Sonuçta daha ne olabilirdi ki…

Madame Density' s Some Amnesic Stories Vol.2

Kendimi, sabahın kör sayılabilecek bir saatinde uyuklamaya çalışırken buldum. Ayakta uyumanın somut tanımı bu olmalıydı. İki saattir ayaktaydım ve ağzımın ‘fareler kaçasıca’ açıklığından bünyeme giren uyku; ayak yorgunluğu, talaş kokusu, fabrika ciddiyeti falan dinlemiyordu. Bir türlü sözünü kesemediğimiz -daha doğrusu kesmeye kıyamadığımız- işine aşık adam sanırım yarım saattir sol kulağıma doğru bildiklerini aktarmaya çalışıyordu. Ancak ağzımdan esnemeyle giren uykunun donukluğu, kulak zarımı taşlaştırmıştı. Koca kamu kurumunda ciddiyetsiz öğrenci imajı vermemek için, koca esnemeyi göz sulanmalarıyla örtbas etmeye çabalıyordum. Ödev konumuzla ilgili ‘kelime’ susturulamayan adamın ağzından çıkıp filtremden geçtiğinde, biraz ayılmak için göz sulanmasının yerini esnemenin almasına izin verdim-sadece birkaç saniyeliğine. Elimle oluşturduğum barikat işe yaramıştı zira hala sessiz-saygılı-ilgili öğrenci sınırlarındaydım.

Saatler sonra bir kez daha, bu kez otururken yani başa çıkması daha zor bir durumda kendimi uyuklama tehlikesiyle karşı karşıya buldum. Neyse ki bu sefer ‘imaj değişimi’ söz konusu değildi zira -tek farklılık olarak- bu sefer sağ kulağımda çınlayan ses, sevgilim ve gitarına aitti. Eskiden beri beni hırsımdan ağlatan müzikal öğelere karşı artık benliğimde ‘tık’ yoktu. Onun yerine kendimi farenin tıklamalarına teslim etmiştim. Ruhsuzluğun somut tanımı da bu olmalıydı. Ama sesleri susturamıyordum.Madam’ın siyah tüllerinin arkasında yankılanan sesini, ancak dudaklarından okuyabiliyordum rüyamda…

“Sunday is gloomy… My hours are slumberless…”

Madame Density' s Saturday Night Stories Vol.4

Aklıma gelen tek şey vardı. İçmek. Ama tek başına içmenin bu kadar sıkıcı olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Ya da yolda tüm konsantrasyonumu sigaram üzerine topladığımdan düşünememiştim bunu. Düşünebileceğim tek şeyin içmek olması, kafamda sadece bu amacın olması için sigaram ve dumandan çizgilerimle meşgul oluyordum. Yolu bile göremediğim söylenebilirdi aslında. Çünkü dümdüz taşlar arasında kırık bir tanesi, kışın bile yeşil çimenlerin arasında saçkıran görünümü veren ıslak ve çamurlu tek bir bölge ya da benim aksime yan yana yatıp o soğukta bile işin keyfini çıkarabilen iki kedi, aklıma ‘düşünmemeye çalıştığım’ şeyleri getirebilirdi.

Hayatımın her anı planlıydı. Yemek saatlerim, neyi nerede yiyeceğim, kaçta kiminle buluşup, boş zamanlarımda hangi sırayla neyi yapacağım, nefes alışverişlerim arasında kaç adım atacağım bile. Gün boyu yapacak hiçbir şeyimin olmamasına rağmen, günü doldurabilmemin nedeni buydu belki de. Ama bu döngüden kurtulmak istiyordum- tabi bu iş öyle herkesin dediği gibi ‘sadece benim elimde’ falan değildi. Bu laflar basit NLP eğitimlerinden başka bir şey çağrıştırmıyordu bana. Yine de en azından bir başlangıç yapmak için adımlarımı saymamaya karar verdim. Yolun ortasında yalpalayan cumartesi sarhoşuna döndüm bir anda. Düzen bedenime o kadar hakimdi ki; saymadan adım atmam, planlanmış faaliyetlerden biri olmadan diğerini yapmam imkansızlaşmıştı!

Çevrenin bakışlarına aldırmadan Selanik boku yoluma devam ettim. Bir şey düşünmeden, gözlerimi tek noktaya sabitlemem yeterliydi. Neyse ki bu işi fazla uzatmama gerek kalmadan, ‘öğrencice’ içebileceğim tek yere vardım. Masanın boşluğu korkutucuydu. Az önce ‘düşüncelerimi dağıtmak için’ kullandığım duman hatları, masanın ahşap hatlarıyla birleştiğinde bana mutlak yalnızlığı tanımladı. Tanımın ikinci öğesi, oturduğum masaya ‘daha az yalnız’ bir grubun geleceğini söyleyerek beni ‘en yalnız’ masasına transfer eden barmen oldu.

Dönüş yolunda alkolün etkisiyle, gidişe nispeten daha az düşünebiliyordum ‘düşünmemem gereken şeyleri’. Ama yine de, sigarayı dudaklarıma götürdüm-sadece önlem olarak. Yolda yalnız yürürken bu hareketi çok daha yüksek frekanslarla yapıyordum. Adımlarım arasında kendimi ya da başkalarını düşünmek, hareketlerimi bilinçlendirmek istemiyordum. Bunu benim yerime düzen yapıyordu çünkü. Bilinçlenme dürtüsünün geldiği her saniyeyi sigaranın filtresiyle dolduruyordum. Oysa “İstesem hemen bugün bırakırım” diyenlerdendim ben de. Koku midemi bulandırıyordu. Bulantıya geçerli sebep olabilecek izler vardı çünkü o kokuda. Yoksun olmadığım, adımlarımın frekansını düzenlemediğim zamanlardan…

Yolun daha aydınlık-kalabalık tarafına geldiğimde “Güçsüz kızları seviyorlar” dedim kendi kendime. Lise yıllarıma dönmüştüm sanki. Ama öyleydi. Güçsüz kızları seviyorlardı, yardımsever tarafları onlara endeksliydi. Yapılı adam, tırnakları pırıl pırıl kızın bavuluna yardım ediyordu. Beni, madam’ın yazmasına izin verdim o an. Sabah madam, kendi ipekongun kitabına beni başkarakter yapmıştı.

“O hep bavulunu yalnız taşımıştı. Gözlerindeki ’sktr git’ ifadesiydi belki nedeni. Bu onu güçlü gösteriyordu. Hoşuna gitmiyor da değildi bu görünüm. Ki artık değil…”