28.1.10

Mandallı İdealist 5

Sırtından mandallarla tavana asılıydı. Yaklaşık iki metre altında onlarca çıplak vücut, kolları bacakları iç içe hareket halindeydi. Ter, kan, sidik karışık bir koku doldurmuştu küçücük odayı. Böyle ortamları tanımazdı. Koku unsurunu, son okuduğu romandan tanıdığını fark ettiğinde, rüyada olduğunu anladı. Tüm bu sapkınlık, bilinçaltının eseri olmalıydı. Rüya olduğunu anladığına göre her şey artık normale dönmeli, o da bomboş simsiyah zihninde uykusuna devam etmeliydi. Ama hala sırtında mandalları, burnunda o boğuk kokuyu olabilecek en gerçekçi haliyle hissedebiliyordu.

Kalabalığın içinde amaç satan herifi gördü. Halinden memnun, çevresindeki 'onlar'ın tersine ayakta, mağrur ve temizdi. Dönüp kendine baktı. Asıldığı tavanda top top kağıt vardı: yazılı-çizili. Odadaki herkes amaç mandallamış olmalıydı. "Neden tek asılı benim peki" dedi içinden. Metal korse giymiş adama seslendi. Rüyada olduğunu bile bile "Neredeyim?" dedi "Niye astınız beni tavana?!"

Adamın hali hiçte işportacıya benzemiyordu. Gülerek cevapladı. "Akıllı kız, ince bir çizgidir, tehlikelidir. Seni öylece bırakıp, sağımıza solumuza sonunu bilmediğin amaçlarını mandallamanı izleyemezdik". Haklı aslında diye düşündü. Akıllı kız, ince bir çizgiydi. Her akıllı kız, küçücük bir duygulanım bozukluğuyla dominant kadına dönüşebilirdi. Akıllı kızlara, eğitim hayatları boyunca, dominant kadınlar örnek gösterilir, rol modeli edilirdi. Sonra, içlerine baskınlık böylece işlemiş akıllı kızlar, kuluçkaya yatırılarak başarılı dominant kadınlara dönüşmeleri beklenirdi. O, en azından şimdilik, sadece akıllı bir kızdı. Tavana mandallarla salak gibi asılmış olmasıysa bunun kanıtı...

Adama, kağıdında neler olup bittiğini soramadan onu gözden kaçırdı. Hala asılıydı. Kağıt-amaçlar dışında asılı tek şey oydu. !!! Amaç kendisiydi belki. Kendi amacı, kendisiydi. Gecikmiş değişimi. Tehlike, değişimdeydi. Sırtında çatırtılar, göğüslerinde gıdıklanmalar hissetti o an. Gövdesi, dominant kadın omurga dikliğine ulaşıyordu. Mandallar teker teker onu bıraktı. Amacını ona satan adamla başka bir odada, baş başa kalmıştı.

Bu gördükleri, bir romanda olsa, son olayın üstüne kesinlikle iki sayfa atlar, 'aksiyon' var mı diye bakardı. Bir odada yalnız bir çift, ona pamelaanderson ve bereket tanrısı ikilisini çağrıştırıyordu. Adam profilden bereket tanrısına benzese bile, yazar okuyucuya istediğini vermemeye kararlıydı. Çünkü o an kendileri, akıllı kızlıktan çıkmışlığın hoyratlığıyla, bereket tanrısının 'profilini' parçalamakla meşgullerdi.

Adam, saçmalamanın doruklarında, acı çekerken "Uyan!" diye bağırıyordu.

Mandallı İdealist 4

Verdiği birtakım önyargıyı eğitimden sayan insanları, anal eksende bir araya getirmek istiyordu. Küfür etmesine engel olan sanal dişiliği, böyle zorlama cümlelerle karşısına çıkabiliyordu işte.

Kalemini boş kağıda vurarak, tüm cevapların aklından silinmesini bekliyordu. Sınav sonrası objektif kontrol için kağıdı aklından silme taktiğini ilkokulda türkçe öğretmeni vermişti. Tabi sınavı tamamlama süresiyle, sınav süresi arasındaki farkı ortaya çıkaran çıkarma işleminin değişme özelliği olduğunu varsaymış olmalıydı.

Aradan saatler geçmiş olmasına rağmen, aklında hala rüyası vardı. İnsanların saç tellerine asılı çaputlar, kıyafetlerine nazarlık misali iliştirilmiş not kağıtları görüyordu. Daha yukarı, tavandaki ince borulara bakarak, o sınıfta kendisi gibi amacını sağa sola mandallamış birinin olup olmadığını araştırıyordu. Öyle biri tabi ki yoktu. Hem olsa, orada top top kağıt görse bile bunu kimseye söylemezdi. Diğer zamanlarda olduğu gibi deli damgası yemezdi belki ama hayatını çok daha derinden etkileyecek ‘damgalar’, kopya gerekçesiyle siciline vurulabilirdi.

“Arkadaşlar toparlayın son on dakika!” dedi gözetmen. Aklından, kağıdı silmesine yetecek kadar düşünce geçtiğine inanarak, kağıdın yüzünü çevirdi tekrar. Hızlıca cevaplarını kontrol etti. Kağıdın kenarına, son kontrolün yapıldığını kanıtlayan işaretler bıraktı. Herhangi bir soruşturma durumunda, bunun ona nasıl bir katkı sağlayacağını bilmiyordu ama yine de kendini garantiye almayı alışkanlık haline getirmişti. Kağıt üzerine son karbon tanelerini bıraktıktan sonra kalemlerini toparladı. Kalkmaya hazırlanırken gözetmen, “Evet arkadaşlar getirin artık kağıtları!” dedi. Zaten yapacağı bir işin başkası tarafından hatırlatılması, ona zorlama gibi geliyordu. İnat damarının, normal nabzından bağımsız titreşimini hissetti. Kağıdı vermeyecekti. Her türlü soruşturma için zaten garantiye almıştı kendini önceden. Kağıdı o sınıfta veren son kişi olacaktı. Bu tavrı, gözetmen ile arasında çıkacak kağıt çekiştirmesi sırasında, kağıdının yırtılarak heba olmasına neden olsa bile.

Gözetmen, sırayla kağıtları toplamaya başlamıştı. Neyse ki arka sıradaydı. Ancak yine de kağıdı son veren olması için doğaçlama bir plana ihtiyacı vardı. Toplanma sırasına üç kişi kala sıradan kalktı. Kürsüye kadar olan yolu ağırdan alarak sonuncu olmayı başarabilirdi. Garip bir gurur meselesi haline gelmişti üç soruluk kıytırık belge.

Son on kağıt… Kürsüye yaklaşık on adımı kalmıştı. Adımlarını bundan sonra her kağıda eşit sürelerle dağıtmalıydı. Sırtına yüklenen stres yüzünden, üzerinde toplasan üç gram karbon olmayan kağıt, kollarını ağrıtmaya başlamıştı. Yine elleri terliyor, kızarıp şişmiş gözlerini, kağıtları toplayan gözetmenden kaçırmaya çalışıyordu.

Son dört kağıt… Programın ilerisine geçip, son beş adımına dört kağıt bırakmayı başarmıştı. Bundan sonrası sadece şans işiydi. Kürsüye, gözetmenle aynı anda vardı. Onca saniye kaçırdığı gözlerini, en önemli anda gözetmene yakalattığı için kağıdını ona vermek zorunda kaldı. Bu da son yirmi kağıdın arkasında kalması anlamına geliyordu.

Gururunu bir saniye farkla kırıp, galip gelen gözetmenin; sınav boyu sesleriyle kulaklarını tırmalayan topuklarına zift yağı sürmek, höpürdeterek içtiği şekersiz-kremalı kahvesine müshil atmak istiyordu. Haklıydı. Sonuçta en üstte onun kağıdı olmalıydı. Çıkarken kürsüde son gördüğü, kendi adı olmalıydı. Gözetmenin zorlama “Verin kağıtları!” cümlesini boğazına sıkıştırmalıydı.

Eve dönüp, başını yastığa dayadı. Sınav kaçırma korkusu, son kağıt problemiyle birleşerek, onu hayli yormuştu bugün. Uyumak istememesine rağmen kızarmış gözlerini biraz dinlendirmesi gerektiğini biliyordu. Başucunda asılı boş mandala bakarak yeni kabuslara daldı. O gün son gördüğü, o mandal olacaktı.

Mandallı İdealist 3

Uyandığında yastığı ter içinde kalmıştı. Evrim düşüncesinin rüyalar üzerine ortaya attığı teorilerine uygun olarak, düşüşünü yere çakılmadan hemen önce uyanarak tamamlamıştı. Atalarından birinin böyle bir macera yaşamış ama ‘onun atası’ olabildiği için en azından o macerada ölmemiş olduğunu biliyordu artık.

Çarşıdaki amaç sepetini de adamı da bir daha görememişti. Günlerdir mandallarla kafayı bozmuş, rüyalarını -günün tek rahat saatlerini- bile alt üst etmeyi başarmıştı. Hayatında ilk kez kendini uyanık kalmaya değil, uyumaya zorluyordu ama ilaçlarla ama sütle, yoğurtla… Yirmidört saati yirmibeşlemek değildi hayali artık. O yirmidört saatin birkaç saatini el çabukluğuyla kaybetmek istiyordu.

Sanki günler önce ipe tutturduğu o iki liralık amaç, onu rüyasında sürekli düştüğü farklı ama benzer olarak boş yerlere itmişti. Adama kağıtta ne olduğunu sorabilmek için tüm çarşıyı dolaştı ama bırak adamı, yere düşmüş tek bir mandal bile yoktu. “Ardına obez düşmüş Hanselle Grateli aramak bile daha kolaydır” diye geçirdi içinden. O adamı bulup, bilmeden etmeden bir amaca sahip olmanın heyecanıyla paldır küldür ipe astığı o kağıtta, aslında ne olduğunu öğrenmeliydi. Ya da belki hatırlamalı…

Yatakta diğer tarafa döndü. Nereye dönerse dönsün gerçeği yüzüne vuran güneş, uyumasına, günden biraz daha çalmasına izin vermiyordu. Güneş bazen işine aşık bir güvenlik gibi davranabiliyordu. Rüyasını hatırladı. Rutin ağlamasını tamamladıktan sonra “İstemiyorum” dedi sadece. Neyi ‘istemediğini’ bilmeden zira istemediği çok şey vardı.

Saati on dakika sonraya kurdu tekrar. Çalar saat bazen anne gibi davranabiliyordu. Onar dakikalık toleranslar tanıyacak kadar şefkatli ama sesiyle insanı bir anda yataktan zıplatacak derecede hunhar.

Günler çok çabuk geçiyordu-geçmediğini iddia etmesine rağmen. Şimdiden sadece üç ay yirmibir günü kalmıştı. Önceden kurulup, hazırda bekletilen saatli bomba gibiydi. Tek sorun, dünyada patlatılacak kadar değerli bir yerin kalmamış olmasıydı. Bu nedenle ıskartaydı işte.

Düşünürken, uyumayı unuttuğunu fark etti saati görünce. Saatinden canla başla çaldığı on dakikanın, dokuzunu dahice katletmişti. Tekrar bir on dakika için yalvaracakken, çalar saat kadar bile toleransa sahip olmayan unsur aradı ve yarım saat içinde ‘orada’ olması gerektiğini hunharca bildirdi.

Uyandırışı hunharca da olsa, annesini özlemişti. İleride onun, kızını daha da fazla özlemesinden korkarak…

20.1.10

Mandallı İdealist 2

Amaçlara göre yönetim. İşletme Yöneticiliği sayfa yüzaltmışiki.

Amaç kusacak kadar amaç kavramıyla doluydu. İçindeki amaçların tümünü kusabilirdi çünkü hiçbirini taş kafasına monte edememişti. Boylu boyunca uzanmak, amaçlarını yastığa döşemek istiyordu gece boyunca. Üretim kusmak istiyordu. Ter bezlerinden demir talaşı çıkmasını, talaşlarının oksijenli cehennemde yakılırken çıkardığı kokunun duyabileceği tek koku olmasını istiyordu. Sadece çizelgeleri görmek, akış diyagramlarına dokunduğunu hissedecek kadar yakın, akışta kaybolacak kadar içinde olmak… Kendini bu yönde kandırıp, bir şekilde üretimci olmalıydı. Yoksa tüm amaçları toplanıp onu oksijensiz bir cehennemde yakacaklardı.

Belki kızacaktı birileri ama o ‘birilerinden’ başka amacı yoktu günlerdir. Kendi amaçsızlığının yanında onun ‘çok amaçlılığını’ kıskanır olmuştu. Her yıl yaptıkları karakter değiş tokuşundan da bıkmış usanmıştı zaten, bu karakter de ona hiç ama hiç oturmamıştı. Değişim kartını alıp yanına gittiğinde “Büyü artık!” dedi. “Bu benim karakterim, o da senin! Alış bunlara… Talaşlara, matkaplara, yüzünü -şimdikinden fazla olmasın- kara çıkaracak makine yağlarına, yanında yüzüne-arkandan g.tüne bakacak yağcılara, sabah altı-akşam altıya, üç çocuk bir kıro dörtlemesine alış!” dedi ona. “Sen kadınsın, hem üretimci… Daha optimum çözüm olamaz.”

“Değilim!” diye bağırdı. “Üretimci değilim ben!”. Yukarıda başkalarının yollarına astığı mandalları görüyordu. Kendi mandalları omuzlarında, aşağı düşüyordu şimdi. Onu oksijensiz bir cehennemde, çöpe attığı amaçları bekliyordu, tepedeki boş mandallar ona şaşkın şaşkın bakarken. Onu herhangi bir yola asabilecek bir mandal yoktu. Yoldan ‘kopmuşların’ yeri, karşılarına çıkan her amacı buruşturup attıkları ‘o’ yerdi…

“Optimum çözüm bu!” diye bağırdı yukarıdan birileri. Onun mandalları metaldendi. Aralarında kalitesini bilemediği bir santimetre boyunda bir yay olan alüminyum dökümden yapılmış mandallar…

Omurilik soğanının anlık tepkisine karşı gelemedi bu sefer ve tüm üretim dağarcığını ‘arz etti’ oksijensiz amaçlar cehennemine doğru.

Yanlış yolda gidiyordu…

Paradigma. İşletme Yöneticiliği sayfa yüzaltmışsekiz.

8.1.10

Mandallı İdealist

“Mühendis olmak istemiyorum” dedi. Ağladı. Gözlerinden bir damla bile akmadığını fark ettiğinde düşünmeye başladı. Kimse onu zorlamamıştı. Ağlamaya çabalamasının nedenini kaybetti. Oysa az önce oldukça nedenli ağlıyormuş gibi hissediyordu. Nedeni çaresizlik miydi, kendine duyduğu öfke mi bilemedi. Çaresizlik olsa, çaresiz değildi. Yok, kendine duyduğu öfkeyse nedenini unuttuğu ‘yaşsız’ operasyonun ‘nedeni’, onu ağlatacak seviyede self-öfkeyle hiç düşünmeden kendini bir yerden bırakıvermesi ilk işi olmalıydı ki değildi. Kan, damarlarından kılcallarının diplerine kadar yüksek basınçla giderek gözlerinin akına tecavüz ediyordu. O gece nabzı, soğukla bir olmuş, gözlerini bir threesome hikayesine kurban etmişti. Yine zorlama yoktu.

‘En başta yaptım hatayı’ ana fikrinden yola çıkarak, amaçlarını sorgulamaya başladı-yine. Dünyada mesleki eğilime yol açabilecek üç amaç vardı. Amaçlar ilkokul seviyesinde kalmalıydı. Yüksek lisans programları, amaç kapsamında olmamalıydı. Çünkü amaçlar çok basitti. Ya aşkı amaç kabul eder, birinin karısı ya da ‘birçoklarının’ karısı olurdun; ya parayı amaç kabul eder, ileride eğitime dair önüne gelecek her ayrıştırmada bir ton sayı neredeyse orayı seçerdin; ya da ne olursan ol ‘idealistim’ der debelenirdin. İdealizm… Ne ideal işti biz çocukken…

Yolda kalmış kar kalıntılarının dev bir teomanın az sonra doğup “Anne” diye üzerine yapışacak çocukları olduğunu hayal etti. Hayır! Ne zaman amacını kaybetse, aşka kayıyordu. ‘Birçoklarının karısı’ olmak istemezdi. Kar kalıntıları hakkında daha usturuplu şeyler tasarladı, çalışmayı hiç bırakmayan sapık kafasında. Buzlaşmış kar kalıntıları, tanrının verem balgamı olabilirdi mesela, ince bir renk farkıyla.

Az önce doğumun direğinden dönen çocuklardan birinin kafasını ezen ayağa takıldı gözleri. Yavaşça yukarı baktı. “Umarım bakmıyordur“ dedi. Zira aşırı kan pompalanmış gözlerin adama çevrilmiş olması, onu korkutabilirdi. Adam bakmıyordu. Bir pazarcı edasıyla sepetteki mallarını satma derdindeydi. Ayağının altında ezdiği beyazlıksa, pazar yerinde can çekişen pırasa parçalarına dönüşmüştü bir anda. Biraz gecikmeyle ses eklendi sahneye. “İki lira” diye bağırıyordu adam. Çarşının ortasında bir dükkanda çığırarak satış yapan adamın, ‘kesin ceza yeme tehlikesini’ göze almasının bir amacı olmalıydı. Amacı, sepetin kenarına bir mandalla tutturulmuştu: “AMAÇ:2 TL”.

Neden sonuç ilişkisi kuracak bir mantığa sahip olmadığı için, mütemadiyen gitti sepete doğru. “Hepsi mi iki lira?” dedi. Adam, çevresini sarmış sıkışıklığa para üstü ayarlamanın aceleciliğiyle “Hepsi hepsi” dedi sadece. İçlerinden bir kağıt seçti. Her alışında ‘yok canım çıkmaz’ diyip son gece hayallerini kurmaktan kendini alıkoyamadığı milli piyangolar geldi aklına. Piyangodan kendine bir amaç çekti hemen. Üstelik sadece iki lira!

Parasını verip, seçtiği kağıdı yukarıdaki -en az yerdeki kadar kalabalık- ipe astı bir mandalla. O kağıt uçana kadar bir amacı olacaktı. O kağıt uçana kadar her insan gibi koşuşturacaktı bir şeylerin peşinden. O kağıt uçana kadar ‘Neden’ demeyecekti.

Sonuçta idealizm… Ne ideal şeydi.

Çocukken…

3.1.10

Madame Density's New Year Message For All

Bir sonraki yıla geçiş anında yaptığının, hayatını etkileyebileceği inancına sahip ailelerde büyüdük hepimiz. Yılın her günü orda burada azıtıp hiçte ‘hayatın gidişiyle’ oralı olmazken, tek bir gününde yapacağımızı iki hafta öncesinden harıl harıl planlamamızın sebebidir bu. Bir sonraki günün gayet normal boşluğunu kutlamanın saçmalığı asla akla gelmez. O boş günün tek özelliği zamanın, gayet doğal ilerleyişinin bir ölçütü olmasıdır aslında.

Bazen insan, zaman-mekan-ve diğerleri üçlemesinin ortasında cebelleşirken bulunca kendini, bunları düşünmekten delirdiği söylenenler gelir aklına. “Çok düşünmek delirtir insanı” söylemi de yılın malum günüyle kader arasında alaka kuranlardan çıkmıştır. “Düşünmek insanı var etmez, insanlıktan çıkarır” iddiasıyla Descartes’ a “Ya paranı ya canını” der bu ahmaklar. Düşünmeden bu kanılara varabilmeleri de yeni yılın ilk garipliğidir.

Evet, yeni yıla düşünerek giriyorum. Her yıl yaptığım gibi düşünerek kendimi sarhoş olmaktan alıkoyuyorum. Sabah, gazetelerden öğrendikleri ‘yılbaşı sonrası kürlerini’ uygulamak zorunda kalan güruhtan olmadım, olmam da herhalde. Olamam da. Çünkü her ne kadar garip, saçma, kınanası bulsam da; o ‘yılbaşı anı=kader’ ilişkisini kuranlardan etkilenmiş biriyim ben de. Düşünmek iyidir. Evet, bazen düşünmek insanı delirtir. Ama bazı şeyler ancak böyle kabullenilir.

İyi yıllar…

Madame Density's Some Stories Unnamed Vol.3

Tırnaklarımın morarmasına sebep olan rüzgar devam ederken, önümüzde ara sıra duran tırların dizlerime doğru esen mazot sıcaklığıyla avunuyordum. Yanımda psikolojik sıcaklık yaratan etken ise ellerini, ceplerinin sıcaklığıyla avutuyordu. Otobüsümün rötarlı geleceğini öğrendiğimde durağa erken varmış olmanın pişmanlığını yaşadım. İçimi de dışımı da bir anda soğutan pişmanlıkla boğuşurken, otobüsüm beklenmedik zamanda geliverdi.

“Bursa” diye bağıran muavin, kendisini umursamadan hareketine devam eden otobüsün yan kapısından sarkıyordu. Tam “Allah kaçırdık işte” telaşına kapılmışken durdu ve ben ‘son öpücüğü’ alamadan az önce muavinin sarktığı ’hareketli kapıdan’ içeri attım kendimi.

Yolculuk öncesi bir şey unutmuş olma psikolojisi yüzünden acele vedalar hep sinirimi bozmuştu. Hareketli otobüse ve kapıya eğretice yapışmış bana hayretle bakan gözleri gördüğümde -üzerlerinde havada kalan öpücük vardı- sinirim bir daha bozuldu. Tabi daha neler olabileceğini o an bilmiyordum.

İçerisi uzun yolun ter ve yemek kokusuyla kaplıydı. Basık hava, telaştan zaten daralmış nefesimi “girmiyorum lan artık ciğerine falan” restini çekme noktasına kadar getirdi. Ağzına kadar dolu otobüste, yerimin başka birine verilmiş olması korkusuyla ön sıralara baktım. Kendinden emin muavin yerimin olması gereken yerde, kendine göre ‘ayarlamalar’ yapıyordu.

Koltuklarda bir trajedi yaşandı o anda. Bir evli çift ayrıldı; yalnızlığın tadını çıkaran genç, yanına gelen evli adama mahkum oldu. Bense önümüzdeki üç saat için dul statüsüne geçmiş kadının yanına ‘ayarlandım’ kendinden emin muavin tarafından.

Muavin biletimi ikinci kez istediğinde, ‘daha neler olabileceğini’ anladım. Yanlış otobüse binmiştim. Nedense aynı saatte, aynı yere giden bir otobüse yanlışlıkla bindiğim için, herkes beni suçluyordu. Sorumluluk dalgası üzerimde kalmıştı. İki dakika içinde tüm otobüste hakkımda ‘geri zekalı mı mağdur kız mı’ değerlendirmeleri yapıldı. Kendinden emin muavin, benden sorumluluk dolu hatamın bedeli olarak ayrılmış evli çiftin bilet bedelini istedi. Bir anda bilinçli tüketici benliğimden, kazıklanan müşteri benliğime geçiş yapacaktım ki cüzdanımın dibine kadar boş ayrımları beni engelledi. Bilinçli tüketici olmak zorundaydım. Kafamda, adrenalinle çalışan ‘Bilinçli Tüketici vs Kendinden Emin Muavin’ lambaları yandı. Kavga düşüncesinden oldum olası hoşlanmıştım ama kavga anı geldiğindeki biyolojik tepkilerim de bir o kadar zamandır değişmemişti. Heyecandan ellerim terliyor, sesim titriyor, gözlerim yaşarıyordu. Kendinden emin muavine “Nolur abi gideyim azıcık yol zaten” diyerek ağlamaktan korkuyordum.

Ben bunları düşünürken tartışma noktalanmıştı. Ellerinde biletlerim, şoförle aramda birkaç mekik dokunduktan sonra olay sonuçlanmıştı. Ses seda çıkmadı daha. Yine de beni dağın başında ‘az sonra doğru otobüs gelecek’ vaadiyle salmalarından korkuyordum. Çantalarım derli toplu, oturdum oturduğum yerde. Biyolojik göstergelerim normale indiğinde, dul kalmasına neden olduğum kadından özür diledim. Farkında olmadan zaferle ayrıldığım kavganın diğer bileşeni muavinden yarım bardak su aldım. Muavin, sorumluluğu üzerime atamamış olmanın hırsıyla aldı çöpümü. Bardağın çatırtı sesleriyle, daha ‘neler olabileceğinin’ farkına varmak istemedim. Kafamı, az önce yerimde oturan evli adamın bıraktığı kepeklerin üzerine dayamadan uyumaya çalıştım.

Sonuçta daha ne olabilirdi ki…

Madame Density' s Some Amnesic Stories Vol.2

Kendimi, sabahın kör sayılabilecek bir saatinde uyuklamaya çalışırken buldum. Ayakta uyumanın somut tanımı bu olmalıydı. İki saattir ayaktaydım ve ağzımın ‘fareler kaçasıca’ açıklığından bünyeme giren uyku; ayak yorgunluğu, talaş kokusu, fabrika ciddiyeti falan dinlemiyordu. Bir türlü sözünü kesemediğimiz -daha doğrusu kesmeye kıyamadığımız- işine aşık adam sanırım yarım saattir sol kulağıma doğru bildiklerini aktarmaya çalışıyordu. Ancak ağzımdan esnemeyle giren uykunun donukluğu, kulak zarımı taşlaştırmıştı. Koca kamu kurumunda ciddiyetsiz öğrenci imajı vermemek için, koca esnemeyi göz sulanmalarıyla örtbas etmeye çabalıyordum. Ödev konumuzla ilgili ‘kelime’ susturulamayan adamın ağzından çıkıp filtremden geçtiğinde, biraz ayılmak için göz sulanmasının yerini esnemenin almasına izin verdim-sadece birkaç saniyeliğine. Elimle oluşturduğum barikat işe yaramıştı zira hala sessiz-saygılı-ilgili öğrenci sınırlarındaydım.

Saatler sonra bir kez daha, bu kez otururken yani başa çıkması daha zor bir durumda kendimi uyuklama tehlikesiyle karşı karşıya buldum. Neyse ki bu sefer ‘imaj değişimi’ söz konusu değildi zira -tek farklılık olarak- bu sefer sağ kulağımda çınlayan ses, sevgilim ve gitarına aitti. Eskiden beri beni hırsımdan ağlatan müzikal öğelere karşı artık benliğimde ‘tık’ yoktu. Onun yerine kendimi farenin tıklamalarına teslim etmiştim. Ruhsuzluğun somut tanımı da bu olmalıydı. Ama sesleri susturamıyordum.Madam’ın siyah tüllerinin arkasında yankılanan sesini, ancak dudaklarından okuyabiliyordum rüyamda…

“Sunday is gloomy… My hours are slumberless…”

Madame Density' s Saturday Night Stories Vol.4

Aklıma gelen tek şey vardı. İçmek. Ama tek başına içmenin bu kadar sıkıcı olacağı aklımın ucundan geçmezdi. Ya da yolda tüm konsantrasyonumu sigaram üzerine topladığımdan düşünememiştim bunu. Düşünebileceğim tek şeyin içmek olması, kafamda sadece bu amacın olması için sigaram ve dumandan çizgilerimle meşgul oluyordum. Yolu bile göremediğim söylenebilirdi aslında. Çünkü dümdüz taşlar arasında kırık bir tanesi, kışın bile yeşil çimenlerin arasında saçkıran görünümü veren ıslak ve çamurlu tek bir bölge ya da benim aksime yan yana yatıp o soğukta bile işin keyfini çıkarabilen iki kedi, aklıma ‘düşünmemeye çalıştığım’ şeyleri getirebilirdi.

Hayatımın her anı planlıydı. Yemek saatlerim, neyi nerede yiyeceğim, kaçta kiminle buluşup, boş zamanlarımda hangi sırayla neyi yapacağım, nefes alışverişlerim arasında kaç adım atacağım bile. Gün boyu yapacak hiçbir şeyimin olmamasına rağmen, günü doldurabilmemin nedeni buydu belki de. Ama bu döngüden kurtulmak istiyordum- tabi bu iş öyle herkesin dediği gibi ‘sadece benim elimde’ falan değildi. Bu laflar basit NLP eğitimlerinden başka bir şey çağrıştırmıyordu bana. Yine de en azından bir başlangıç yapmak için adımlarımı saymamaya karar verdim. Yolun ortasında yalpalayan cumartesi sarhoşuna döndüm bir anda. Düzen bedenime o kadar hakimdi ki; saymadan adım atmam, planlanmış faaliyetlerden biri olmadan diğerini yapmam imkansızlaşmıştı!

Çevrenin bakışlarına aldırmadan Selanik boku yoluma devam ettim. Bir şey düşünmeden, gözlerimi tek noktaya sabitlemem yeterliydi. Neyse ki bu işi fazla uzatmama gerek kalmadan, ‘öğrencice’ içebileceğim tek yere vardım. Masanın boşluğu korkutucuydu. Az önce ‘düşüncelerimi dağıtmak için’ kullandığım duman hatları, masanın ahşap hatlarıyla birleştiğinde bana mutlak yalnızlığı tanımladı. Tanımın ikinci öğesi, oturduğum masaya ‘daha az yalnız’ bir grubun geleceğini söyleyerek beni ‘en yalnız’ masasına transfer eden barmen oldu.

Dönüş yolunda alkolün etkisiyle, gidişe nispeten daha az düşünebiliyordum ‘düşünmemem gereken şeyleri’. Ama yine de, sigarayı dudaklarıma götürdüm-sadece önlem olarak. Yolda yalnız yürürken bu hareketi çok daha yüksek frekanslarla yapıyordum. Adımlarım arasında kendimi ya da başkalarını düşünmek, hareketlerimi bilinçlendirmek istemiyordum. Bunu benim yerime düzen yapıyordu çünkü. Bilinçlenme dürtüsünün geldiği her saniyeyi sigaranın filtresiyle dolduruyordum. Oysa “İstesem hemen bugün bırakırım” diyenlerdendim ben de. Koku midemi bulandırıyordu. Bulantıya geçerli sebep olabilecek izler vardı çünkü o kokuda. Yoksun olmadığım, adımlarımın frekansını düzenlemediğim zamanlardan…

Yolun daha aydınlık-kalabalık tarafına geldiğimde “Güçsüz kızları seviyorlar” dedim kendi kendime. Lise yıllarıma dönmüştüm sanki. Ama öyleydi. Güçsüz kızları seviyorlardı, yardımsever tarafları onlara endeksliydi. Yapılı adam, tırnakları pırıl pırıl kızın bavuluna yardım ediyordu. Beni, madam’ın yazmasına izin verdim o an. Sabah madam, kendi ipekongun kitabına beni başkarakter yapmıştı.

“O hep bavulunu yalnız taşımıştı. Gözlerindeki ’sktr git’ ifadesiydi belki nedeni. Bu onu güçlü gösteriyordu. Hoşuna gitmiyor da değildi bu görünüm. Ki artık değil…”