17.12.09

Madame Density' s Some Stories Unnamed Vol.2

Soğuğun buza dönüştürmek üzere karolardan zorla çekip çıkarmaya çalıştığı su taneleri, yerde gergin bir yüzey oluşturmuştu. Yere attığım her adımda toplu bir tepkiyle karşılaşıyor, her adımda ses duvarı gibi bir duvarı aşacakmışım gibi hissediyordum. Taş kesilmiş tabanlarımın yere vuruş sesinin dar sokakta fazlasıyla yankılanmasının sonucu da olabilirdi bu his.

Density de üşümüş olmalıydı ki bu sefer beni laflarıyla yerden yere vurmak yerine yanaklarımı kulaklarıma doğru çekiştiriyordu. Mütemadiyen gülüyordum soğuk havalarda. Kış ayları hiçbir şeyden nefret edemiyor, hiçbir şeye kızamıyordum.

Hedefe birkaç adım kala son nefesini zevkle çekmek için beklediğim sigaramın ‘son nefesini’ benden önce, soğuk rüzgarın -karolardaki su damlacıklarını çektiği gibi- çektiğini fark ettim. O anda dalga geçer gibi kayboldu gitti rüzgar. Yine yancılığını yapıp sıvışmıştı.

Beni her zaman mutlu edebilen para hakkında o an düşündüğüm tek şey, o sıcaklıkta bankamatikten çıktığı andan benim cüzdanıma koyacağım ana kadar elime kaç virüs bırakacağıydı. Fazladan bir paket daha sigara ya da pırıl pırıl bir tekila şişesi değil. Hoş içkinin de bana anımsattığı, bardak dudaklarıma dokunurken arada kablosuz ağ kuran virüslerdi ya. Neyse. Aynı…

Sırada, virüslü banknotlarımızı beklerken arkamda hiçte sıradan olmayan bir şey duydum. Bir kız “Are you lonesome tonight” dedi. “Aman” dedim “Hiç girme”. Durdu. Anlamadım, anlamaya çalışırken bir kez daha dedi. “E hadi madem devam et” dedim. Etmedi. “Ben konsere gidip sadece o bir cümleyi haykıranlardanım” dedi içsesi benimkine. Soğukta sinirlenmeye kalkıp, laf dinlemeyen yüz kaslarım yüzünden soytarıya dönmek istemedim ama yıkıldım. Bakışlarım aşağı döndü. Uggları gördüm.

“Ayağında ugg gördüm, dilinde Elvis. Ne bu lahana turşusu dedim ne bu perhiz?!”

14.12.09

Madame Density' s Saturday Night Stories Vol.3

Attığın punk ritimden sıkıldığın kadar sıkılmıştın benden. Pop-art hepimizi silip süpürmüştü. Gözlerindeki blues bakışından önce, ellerinin acid hareketleri ortaya atmıştı bunu. Bir şeyler yapmak istiyordun belki saçma sapan, çocukça. Ama progressive kişiliğin geçmişe dönmene engel oluyordu. Sonuçta beni, hiç değişmeyen aksak ritimlerimle baş başa bırakmaya hazırlanıyordun.

Kulaklarıma yalıtım yapıp, şimdiye kadar dinlemiş olduğum tarzları hiç dinlememiş olmayı diliyordum. İstediğim hep o pop pembeliğinde kalmak, hayatımın sonuna kadar spicegirls canlandırmalarında sporcu olma hayaliyle yaşamaktı.

Çocukken duyduğum/gördüğüm yeni tarzlar ve şarkılardan korkmam bunun sinyaliydi belki. “Dinleme, sonun bu olur!” diyordu, geleceğimi bana kabuslarımda gösterip. Dinlemedim. Korkutan her şey çekiciydi çünkü. Kopan solucanın yaşaması gibi…

Bunları düşünürken, uzun süredir nefesimin ses tellerime tek değiş sebebinin boş konuşmak olduğunu fark ettim. Kontrollü ve bir amaca yönelik çıkmasını özlemiştim. Aldığım her nefes, alveollerime kadar inanılmaz bir heyecanla dolup, orada kalıveriyordu. Onca oksijenin varlığıma tek yararı, hücrelerimin normalden fazla alıyor olmasıydı. Çocukken korktuğum şarkıların şimdi bana hissettirdiği şey garip bir tutkuydu sadece.

Çocukluğuma karşı çıkar gibi o zamanlar ‘yeni akımlara’ korka korka attığım tüm ‘yeni adımları’ teker teker geri çekiyordum şimdi. Kendime ait pop pembeliğimdeki küçük alanımda fetüs gibi yaşamaktı istediğim.

10.12.09

Madame Density' s WOW Stories - First&Final

Sigaralarımızı yakıp bilgisayarın başına oturduk. Son iki gündür aralıksız yaptığımız şeyleri bugün de tekrarlamak için. O, birazdan ne olduğunu söyleyeceğim ‘şeyleri’ aralıksız yaptığımızdan gözaltlarımdan artık korkuyordum aynaya baktığımda. İlk defa bu sabah gözlerim, gerçekten animelere benziyordu.

Ekranla karşı karşıya kaldığımda, aslında ekrana bakmaya ara vermediğimi fark ettim. Gece uyurken bile o dere tepe vadileri, o sarı soru işareti ve ünlemleri görmüştüm. Ne var? Çaktın mı biraz? Zeki seni!

Hayatım boyunca bulaştığım her şeyde yaptığım gibi bunu da yarım yamalak öğrenip saldığımdan oyun hakkında neredeyse hiçbir fikrim yoktu. Hele ki o talent ağaçlarına yeni keşfedilmiş bakteri türleriymiş gibi bakıyordum. Benim işim sadece barbarca onu bunu kesmek, doğramaktı.

“Mage açsam olmaz mı ya?” diye şişmiş gözlerimle başarabildiğim kadarıyla yalvarır bakmaya çalıştım. Oyuna her yeni başlayan gibi benim de gözüm mage ya da rouge’daydı. Kolay işte arkadaşım başka sebebi yok. O her konuda “Aa olmaz bu çok sıradan” diyip her şeyi çöpe atabilen kıl karakterim, iş oyuna gelince kolaya kaçıp sürüye katılmıştı. Tüm yalvarmalarıma rağmen beni bu ‘sıradanlaşmadan’ kurtarırcasına bir priest açmam gerektiğini söylediler-sanırım reddedilmemin asıl sebebi şişmiş gözkapaklarımdan kimsenin yalvaran gözlerimi görememiş olmasıydı. Dış görünüşü bana ait olacak karakterim üzerinde hemen talent tartışmaları başladı. Anlamadığımdan öylece bakıp arada bir tanıdık kelime yakalamaya çalıştım.

Sonra? Nolcak… Tek farkı üzerindeki pelerini olan yeni ‘karakterimle’ dağ bayır koşmaya başladım. Fareyi üç kişi kullanıyorduk benim manevra yeteneğimin gelişmemiş olmasından. İmleci aşırı alkollü kullanırken, bir başka kullanıcıdan küfür yedim. Co-pilotlarım, küfrü üzerlerine alıp bakışlarıyla bana iletmeye çalıştılar. Gözleri şişmişti, göremedim.

Level 5’in sonlarına doğru onları yalnız bıraktım. Bu işler rüyalarda daha iyiydi yahu. Hem orda bir mage’le dere tepe koşabilirdim, gözlerim açık.

Madame Density' s Some Stories Unnamed Vol.1

Dokunuşlarımın bile bir koreografinin parçası olduğunu hissediyorum. Ve duygularımın teker teker kategorize edildiğini, her çatlağı atlattığımızda… Köprü yapım çalışmasında iki beton bloğu arasında sıkışıp nefessizlikten bağıra bağıra yitip giden iki işçiyi düşünüyorum bir an; ölüm korkusuyla. Aklıma ancak sıkışıklık, demir bakire, nefessizlik, klostrofobi gibi konu başlıkları geliyor.

Çok klişe olduğundan; saatin akrep-yelkovan figürlerini kullanmamaya karar veriyorum. Öyle değil belki ama kendimi daha çok saatin mekanik aksamıyla camı arasına sıkışmış gibi hissediyorum. O daha iyi, daha mantıklı. Akreple yelkovan arasına sıkıştığımı hayal edemiyorum çünkü: sanki insan oraya sıkışırsa o ‘ikisi’ cellat gibi davranır, anlaşıp makas olup insanı belinin orta yerinden keserlermiş gibi geliyor.

“Kafamın orta yerine kuş gibi bırakayım intihar komandosunu” diyorum. Duygularım, az evvel kategorize olduklarından, dosyaları karıştırıp şu andakinin hangisi olduğunu bulamıyorum. Duruma göre değil, alfabetik dizmişler onun bununkiler! Hissettiğim her neyse, örneğin ‘sıkışıklık’ olsun adı; onun etkisiyle maymunlaşasım geliyor, yorganın altına girip çadır yapmak falan. Ama o göz, asıl içine intihar komandosunu bırakmam gereken göz, tepeden mordor gibi bana bakıp duruyor. Ulan nerden geldi benimsetti kendini bana şu nazar? Korkuyorum mütemadiyen.

Yarı-maymunlaşarak, yatak evimmiş gibi davranıyorum. En kuytu köşesine çekilip ‘gözün’ yaydığı lazervari huzmelerden kendimi sıyırınca nihayet güvende hissediyorum. Ya da belki huzurlu, sakin, dingin, bezgin hatta yorgun bile hissediyor olabilirim. Çünkü o an ‘dosyalarımdan’ güven öne atıyor kendini, ondan ‘güvende’ hissediyorum. Oysa arama yapsam belki 472 sonuç çıkabilir, duruma göre…

Planlı buluşmalar, demir bakirenin kapanma hızını ne kadar artırır? Kapandığında nefessiz ne kadar yaşanır? Biri kapağı açıp nefes almanı sağlarsa, demir bakireye seni geri atan yine aynı kişi mi olur? Atması ne kadar sürer? Sen bu arada ‘dosyalarından’ gerçekte ne hissettiğini bulabilir misin?

“Bulutlar altında gözlerinize bakmaktan sıkıldıysanız, bir tabut içinde edep yerlerinize de bakabilirsiniz pek tabi!”
St.Density

8.12.09

Madame Density' s Some Amnesic Stories Vol.1

Hava buz gibi soğuktu. Ensemdeki dayanılmaz ağrının diş mi, boğaz mı, baş mı olduğunu çözememiştim. Tek düşünebildiğim; o ağrılı, soğuktan taş kesilmiş enseyi, yatağa uzanıp yumuşacık yastığa yerleştirmekti.

Ancak az sonra üzerimden çıkacak -kıyafet te dahil- her şey o yatağın üzerinde bırak yatmayı, oturmaya dahi yer bırakmayacak bir eşya yığını oluşturacaktı.

Cümleyi yine çöpe atmamak için kütüphaneden aldığım -kütüphane ödünç sorumluluğundan ölesiye korkarım- yöneylem kitabının arkasını karalamayı bile göze almışken, içimden tekrarlamaya karar verdim. Hani birinin telefonunu alır da yazacak yer bulana kadar bağıra bağıra tekrarlarsın ya, öyle. Hoş, kelimeler birbirine girip anlamlarını yitirince o da çöp olur gider, diğerleri gibi.

Bakma öyle gerisi çöp oldu işte salak mısın?!

“Kıçının basurdan yaralı kısmına bir madalya takacaklardı, yarığın taraflarını birleştirmek için…”

Ancak bunu kurtarabildim…

7.12.09

Madame Density's Saturday Night Stories Vol.1

Makaleyi anlamaya çabalarken aradı annem. Midem hiçbirşey kabul etmezken zihnimi açsın diye bana kuru birkaç çeşit meyve önerdi yine. Tabi ona midemin kuş yemliği kadar olduğunu söyleyemedim. Hayvan emsali iştahlı kızının yaban ellerde bu hale geldiğini duymak hiçbir annenin isteği değildir çünkü. Hele ki iştahı kesildiyse… “Ee daha daha neler yapıyosun?” dedi. Daha son konuşmamızdan bu yana iki gün bile olmadığı için “Nolsun” diyorum en kısık sesimle. Hani yolda pek te s.klenmeyen bi arkadaş çıkar da karşıdan “Naber” der “Nolsun” denir geçilir ya öyle. Sonra önerdiği kuru meyvalar kadar da öğüt uyarı yapıp -bunu en az üç dört kez “Hadiii“ diyip kapatma numarası yaparken aralara sıkıştırır- telefonu kapadı.

Ardından arkadaşım aradı makalenin vaziyetini sormak için. Vaziyet deyince sanki birinci dünya savaşını anlatan eski türk filmlerinin hep ciddi ‘vaziyetler’le uğraşan amcaları gibi hissettim kendimi. Neyse dedim vaziyet böyle böyle kuru meyve yiyorum bi de şimdi sütle denicem. Yarın derse girmez yetiştiririz diyoruz karar kılındı tamam bu telefon da kapanır derken birden hasta olduğumu bilen arkadaşımdan bir son an manevrası geliyor. “Hastaysan çok boşver bakma yarın hallederiz” diyor. Tam sevinecekken beni düşünenler var diye üstüne yapıştırıyor ‘ben de bakamadım zaten’i. O anda çıktı kokusu ahanda kendisi de çalışmamış dert oymuş diyorum içimden ama dışımdan inanılmaz bi çalışma şevkiyle “Yok yok bakarım ben biraz yine de” diyorum.

Bi cümle içinde üçüncü bölüntü olan arkadaşım geliyor şimdi de -cümle paragraf tadında olunca bitmek bilmiyor tabi- bana kantinde yer açıldığını haber vermek için. Öyle bi dünya ki 360 kişi 6 prizi kovalıyor. Neyse yakaladığıma çöküyorum uykum gelene kadar geçecek olan bilmem kaç saat için. Makaleye döneyim diyorum, paragraf tatlı cümlemin başından başlıyorum tekrar. Televizyonda Romantik filmi çıkmış. Gecenin bu saati ensemi 80-90 derece döndürüp film izlemek saçma gelince bari sesini duyup özenmeyeyim diye müzik açayım diyorum. Her zamanki liste aylardır değişmemiş bakınca ”Bir zamanlar” diyorum… Bir zamanlar bu değişmeyen listede daha farklı şarkılar vardı ama değişmezlik aynıydı yine aylarca dinlerdim onları da. Hangi ara liste değiştiğimi hatırlamaya çalışınca makalenin falan yalan olduğunu hissediyorum. Ben listemin sabitliğini kendi yaşıma vurup dengeler kurmaya kalkmaya başlamışım o saatten sonra hangi makale bi kere. Aç tertemiz bir word sayfası -interneti olmayan, üstüne bir de format yemiş bilgisayarda uğraşılabilecek bir iki şey- yaz dakika dakika diyor şen dul Madam Density.

Karşı masamda oturan kızın ne garip sakız çiğnediğini farkediyorum o sırada sanki çiğ et parçalamaya çalışır gibi. Anam şimdide ağzı açık kaldı filme karşı. Bakmamam lazım ona içimden yine filmi izlemeye özeniyorum herkesin ağzı açık ya noldu ki acaba. Sus. Dayanamayıp baktım yine işte Teoman varmış neyse ki sahnede, ilgimi çekmedi de döndüm.

Mide kapakçığımda eski sevgilim oturuyomuş gibi hissediyorum. Nasıl birşeydir bu ya. Ne biçim depresyona giriyosun kızım. Girsene klasik cnbc-e kadınları gibi. Bol bol ye. Ağla falan tamam da ye yahu. Bak anana ne diceksin şimdi gidince. Demicek mi sana bu yaşa geldin daha kendine bakamıyosun diye?

Patadanak bi görüntü canlandı gözümde. Tori Amos un “Peel” deyişi var ya o cornflake girl’ ün amerikan çekim versiyonunda... Kabusluk. Dişileri aklımdan çıkarmalıyım yatmadan. Yoksa yine dünkü gibi 270 derece açılmış bacaklar görebilirim. Yazmasamıydım keşke acaba bu cümleyi dedim şimdi bak belki yazmasaydım aklımdan daha kolay çıkardı dişiler.

İlk esneme gelir ki zaten bu anı bekliyodum tahmin ettiğin gibi makalenin bitişini falan değil. Hadi madem ben şu dişileri kazıyıp bir de üstüne gargara atıp yatayım. Mide kapakçığımı da titreteyim uyurken. İyi geceler kolumda kalmış glow damgası…

Madame Density' s Some Smokey Stories Vol.1

Garip sesli bir kız anlatıyordu dersi uyandığımda. Suratımda hırkamın izi, önümde "dersten sıkıldım" diye bağıran defter kenarı çizimleri, tepemdeyse o anda dersi anlatıyor olması gereken "kişi" vardı. Güzel tablo sayılabilirdi, arka fonda tıkalı burunlu bir kız sesi olmasaydı. Hiçbir şey olmamış gibi dönüp en dikkatli öğrenci halimle gözlüklerimi takıp sunumu izlemeye başladım. Kalkıp kızlara "bu renklerle olmaz bu iş bak uyuttunuz beni yahu! mavi-mor sunum mu olurmuş" desem mi dedim en inovasyon düşkünü mühendis halimle ama o an beni durduran en arsız uykulu halim oldu ve kafam... Ah o kafam. Defter kokusu... Tekrar.

Suçluluk duygusuyla uyuyamadım bu sefer. "Kişi" nin nefesi ensemdeydi. Bir an sigara istedim. Bir sonraki derse yirmi dakika kalmıştı ve son sunum hala devam ediyordu. Kızın (fon müziği kız değişmişti, demek ki uyumuşum) biraz saf hali, konuşmasını yavaşlattığından, sunumun ortalama on beş dakika içinde bitmesi ihtimali normal dağılıyordu ve sınıfça dağılıp doğruca diğer derse geçmemize artık on sekiz dakika vardı. Bir sigara yedi dakika sürdüğüne göre gidip kızı dürtmeliydim hızlı okuması için. O an ilkokuldaki biricik rekabet ortamımız hızlı okuma yarışmaları geldi gözümün önüne. Sunumcu kız "öyle günlerde" hep eve gidip ağlıyor olmalıydı. "Üzülme kızım" diyen bir annesi vardı belki ona şeker alırdı falan... Ben de mendil kapmaca günlerinde ağlardım ki nasıl...

Sunum bitti. "Kişi" de uyumuş ki birkaç saniye yorum bekledi sunumcular. Ve herneyse onlar işleriyle güçleriyle meşgulken kapıdan sıvışıp ağzıma bir sigara sıkıştırdım. Ve başım... Aman başım duman... Hahah-hohoh

Madame Density's Some Jealousy Stories Vol.1

“Tuvalete gidiyorum” dedi. İlk adımını bekledim ‘telefonunu alacak mı bakalım’ diye. Bir an klimaya baktı ‘havalar da soğudu bu aralar’ dermişçesine, gereksizce bekleme amaçlı olduğu gayet belirgin bir muhabbet açtı. Bir cümle bile sürmedi benim ”hıı” dememle. İlk adımı, beklediğim gibi telefonu yanına almak oldu. “Ah be” dedim ulan çatlamıştım meraktan. Açıp üç dört mesaj okumak için içim içimi yiyordu iki saattir. Ve beklediğim an, aynen beklediğim gibi sonlanmıştı. “Sıçmaya mı götürüyosun” dedim. Gülüp geçti. Haklı yahu dedim arkasından bakarken. G.t cebine koydu telefonu. “Ah” dedim “ah tuvaletin deliğine düşse…”.

Döndüğünde sahnedekileri izlemeye başladık. Güzel sesli adamdakinin ‘ne tipi’ olduğunu algılamaya çalışırken, farkında olmadan adamı baya övdüm. “Aşkım” dedim “sanki Edward Norton’ a mı benziyo adam? Hani American History X’ teki haline?” sonra “yok yok Sean Penn’ e benziyo galiba” dedim. Ha bir de yetmezmiş gibi araya “sen de benzesene Edward Norton’ a, sen yokken o hep yanımdaydı benim; şimdi ‘işin düşmeyince aramıyosun’ demesin” i sıkıştırıyorum. Yok yahu çok normal de diyemem de, benim tuvalet hamlemden sonra garip bir davranış sanki bu. Şöyle ki; sahnedeki adamı şekilden şekle sokuyorum, yetmedi övüyorum, o da olmadı yanımdakinin şekline şemaline söver hallere geçiyorum. Yok. Yahu bari bir “sen de Kate Moss’ a benze o zaman” demez mi insan? Hiç mi egosunu ‘tamam abi muhatap olma’ diye dizginlemeye çalışmaz?

“Oha n’oluyo lan bu ne muhabbeti” diyorum kendi kendime, gelen patates kızartmasının ayıltıcı kokusunun da etkisiyle. Açlığımın farkına varıyorum. Birayla bastırayım diyorum, yok olmuyor. Hop! Bir düşünce daha işte ‘dur bakayım şu yazdığını bir oku ne yapmışsın iyi mi değil mi’ diyor. Hemen madama itaat edip okuyorum. Yok yahu, o etki yok bu sefer. “Lanet sevgilimcim” dediğimi tasarlıyorum kafamda. Hemen ardından bir film repliği gibi dökülüyor sözler. Sahne de hazır zaten: “O kafayı yemiş saçma insanı aldın götürdün benden ya. Yazamıyorum, çok normal insan oldum çıktım, olmuyor böyle yahu” deyişim canlanıyor, içteki rahatlamanın etkisiyle gülüp parıldaşan gözlerimde.

Sigara sonrası bulanan midem beni onun kollarına ittiriyor. Ardından patates dolu tabağa fırlatan da o oluyor vesselam.

Bir zamanlar o midenin kapakçığında zıplayan haşere, şimdi kollarında kapakçıkla anlaşma imzalıyor. Sakinleşiyor kapakçığım bir tabak patatese karşılık.

Mutluluk böyle bir şey olsa gerek… Prof. Kişi’ nin ‘hırpani gençlik’ tiplemesini tuvalete bir anda bırakıvermek. Ah o telefon da düşeydi…

Madame Density' s Some Egoistical Stories Vol.1

Duvar arkasından gelen gün sesleri eşliğinde kardeşimin arkadaşlarını karşıladım. O sırada duvarın arkasındaki gün teyzelerinden kalan etkiyle, bana yaşları gayet yakın adamları uzaktan çipir çupur (eskiden olduğu gibi şapır şupur değil) öptüm. Arkamı döndüğümde gözümün önüne denk gelen gün sahnesi, gerçekten garip geldi dışardan bakınca. Oysa, daha az önce içindeyken kendimi ne kadar ‘onlardan’ ne kadar ‘teyze’ hissediyordum.

Teyzeler ve yaşıma yakın çocukları arasında girdiğim ikilemden kurtulmak üzere, “e madem ben de bilgisayar başına” dedim kendi kendime. Aslına bakılırsa kendi kendime olmadı tam: mırıldanır bir sesle söyledim bunu ama hani o ‘kalabalıkta kaybolan çok ta önemli olmayan sözler’ vardır ya. Onlardan biri olarak kaybolup gitti, duvar arkası teyze sesleri arasında.

Kendimi kötü hissediyorum, ne zaman şu gün teyzeleri ile yaşıtlarımın aynı ortamda bulunmasından kaynaklanan bir ikilemde kalsam. Üstelik bugün bunu kuvvetlendiren, tiramisu yapmış olmam gibi bir etken de var. Tatlıyı yediklerinde; annemin, “onu da kızım yaptııı” diyerek, şaşkınlık dolu tepkiler ve övgüler beklediğini duyurması üzerine gün teyzelerinin, “aaa eline sağlık maşallah maşallah” deyişlerini (ve biraz da o anda oluşacak ses cümbüşünü) heyecanla bekliyorum şimdi.

Beklenen an yaklaşıyor (bu aralar ne kadar da çok ‘beklenen an’ yaşıyorum). Bilindiği gibi gün teyzelerinin bir araya gelerek oluşturduğu organizma, tatlıya geçmeden, daha önce gelen çeşitlerin ve o çeşitlerden bağlantıyla akla gelen diğer çeşitlerin tariflerinin (eşin dostun, yengenin eltinin yaptıkları) alışverişini yaparlar. Bu dakikalar; evin kızı/oğlu, yani günden dışlanmış içeri odada oturuveren kişi için oldukça sancılı anlardır. Her ne kadar kendini teyze gibi hissetmese de insan dışlanmamak istiyor yahu. Bundandır böyle ikilemlere girişim…

İki saat sonra bilgisayardan gözlerim, kurabiyelerden midem, önümdeki eskiden dolu olan kurabiye tepsisinin halinden de vicdanım rahatsız olduğunda; misafirlerin gitmeye başladıklarını fark ettim. İlginç bir şekilde, beklediğim an (gün teyzesi övgü seremonisi) gelmemişti. Belki annem duyurusunu yapmış ancak sonuç alamamıştı. Ki mutfağa tepsiyi bırakmaya gittiğimde gördüğüm tablo da bunu açıklıyordu: dokunulmamış üç tatlı tabağı! İçimden ‘demiştim işte’ dedim. ‘İki çeşit kurabiye koyarsan pasta yenmez tabi’ diye haykırmak istedim, şöyle bir bağırmak.

Belli ki o sıralar tek istediğim, araba yıkanırken ‘nasılsa yıkanacak’ diye çamurlara serilen paspaslara dönmüş egomu tiramisu ile biraz da olsa tatmin etmekti. Teyzelerle ya da teyzelersiz.

Madame Density' s Saturday Night Stories Vol.2

Öyle oturup elinde kalem, önünde kağıt bekleyince olmuyo arkadaş. Oysa yolda aklımda binlerce fikir vardı ki aynı anda arkamda bir taraftar korkusu, kulağımda telefondan çınlayan annane sesi de vardı. Böylece, binlerce fikri yine birilerinin ‘binlerce çocuğu’ gibi çöpe atmıştım.,

Şu sıralar refleks haline gelmiş -burada ritüel demek daha doğrudur belki- hafta sonu beklentileri, her zamanı geldiğinde bana çocukluğumun doğum günlerini anımsatıyordu artık. O ritüelin yaşanmasına karşı duran her şey garip bi suçluluk duygusu yaratıyordu içimde: günah gibi. Öyle bi ağırlıkla oturdum televizyon karşısına.

Boğazımda oynaşan mikroplar her bölündüklerinde bana babalarını hatırlatıyordu. Sıkıntı barınağı kantin, ‘durdurulmuş ritüelimin’ daha da vahim iç sesler çıkarmasına neden oluyordu. Yolda yürürken sağa sola saçtığım fikirler gibi madara olmadan parmak uçlarıma kadar ulaşabilen dalgalar, duraksız mesaj dalgaları olarak mikroplarımın babasına gidiyordu. Tekil-çoğul tüm zamirler sıkılmakla meşguldü.

Mide kapakçığımı rahatsız eden bu sefer sek sek sekerekten haşerem değil, eksik kalan adam boy cipsin hayaliydi. Reklam arasını değerlendirip, açlıktan bayılmışçasına kağıda çöktüm. Kalemin ispirto kokusu, ritüeli ‘olması gereken haline’ getirmişti nihayet. Kendimi yeni yıla uyuyarak girmiş gibi değil, doğum günümde klozete kusmuş gibi hissediyordum. İki ritüel, iki sabitlenmiş gün, iki hayali faaliyet: hiç yap(a)madığım. Şu son cümleyle, ispirtonun insanı ‘tunakiremitçileştirdiğini’ fark edip ayağa kalkmayı hayal ederken… Ne yaptığımı unutmuşum lan?!

“Uyucam ben” dedi. Saçma sapan yalvardım. Hafta sonunun en azından ‘geç yatma ritüeli’ yerini bulmalıydı. Kırmadı beni. Uykuyla tek alakası rüyada olabilecek ‘sirk’ konusuna girdi aniden. Anlamadım. Sonra patlamış hoparlörden gelen ses de “sirk” deyince… Ulan yine unuttum.Kendimi sahnede mahmuttuncer kadar yalnız buldum.

Yukarıda dolunay görünüyordu. Yalnızca yarınki ödevi bitirme güdüsüyle betimleyebileceği tek şey oydu. Şimdi dipteki kızın betimleme denemeleri, tırmanan özgür adamı anlatıyordu. Hani şey gibi…

Öğh…

Uyudum.